Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net
|
Kitaplarımdan seçmeler... Amazon'da kitaplarım



|
İslami ekonomi sistemi kurtarıcı olabilir mi? |
|
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:
|
İktisadi siyasetimizin mühim gayelerinden biri de, umumi menfaatleri doğrudan doğruya alakadar edecek iktisadi teşebbüsleri ve müesseseleri mali ve teknik kudretimizin müsaadesi nisbetinde devletleştirmektir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk - 1922)
Küresel ekonomik krizin altüt ettiği dünya ekonomisi için önerilen çözüm yollarından biri de İslâmi Ekonomi Sistemidir. Batıda yaşayan bazı İslam düşünürleri tarafından dile getirilen bu sistem gerçekten dünya insanlığı için bir kurtuluş umudu mudur? Bu sistemi kullanarak gelişmiş ve kalkınmış örnek olarak alabileceğimiz İslam ülkesi var mıdır ?
İslâmi Ekonomi Sistemi; günümüzün cihanşumûl sistemleri olan Kapitalizm ve Sosyalizm’den daha önce oluşmuş, gelişmiş ve yaygın bir biçimde İslâm ülkeleri tarafından kullanılan en eski sistemlerden biridir.
Son yıllarda İslâm ülkelerinde yeni, dinamik ve güçlü atılımlara temel oluşturacak bazı gayretler dikkati çekmektedir. İslam ülkelerinin siyasal, kültürel ve ekonomik yaklaşımları, müşterek hareket edebilme potansiyelleri dolayısı ile kaynağını Kurandan alan İslami ekonomi günümüzde üzerinde önemle durulması gereken bir İktisadi-Sosyal sistem olarak görülmektedir.
Diğer kitaplı dinlerden farklı olarak İslâmiyet; toplumların ve fertlerin sadece manevi dünyası ile ilgilenmez, maddi yaşamlarını da yönlendirir. Dünyevî ve uhrevî yönleri ile İslâm dini kendine özgü bir İktisadi-Sosyal sistem oluşturmaktadır.
İlahi kökenli bu sistem Allah’ın buyruklarına dayanmaktadır. Sistemin ilahî, insanî ve mantikî boyutları vardır. Bu üç ana esas sistemin özünü oluşturur.
İslâmi Ekonomik Sistemin doktrinini de İslam dininin tüm kuralları oluşturmaktadır. Dinin esaslarını oluşturan KUR’AN-I KERİM ve HADİS veya SÜNNET’ler ile bunlarda belirtilen Allah’ın ve peygamber’in buyrukları sistemin ilâhi özünü meydana getirirler.
Sistemin insani ve mantıki özünü ise İCMÂ ve İÇTİHAT’larda bulmaktayız. İcmâ ve İçtihatlar; gelişen ve değişen toplumsal sorunlar karşısında, Kur’an-Kerim ile Hadis ve sünnetleri gözönünde alarak ortaya konulan hükümlerdir. Meydana getirilen hükümler ya fıkıh (Hukuk) kitaplarında ya da konuya ilişkin yazılmış özel kitaplarda yer almaktadır.
Özetlersem; Kur’an’ın buyruklarına, peygamberin sözlerine, tutum ve davranışlarına ve İslâm düşünürlerinin yaratıcı çalışmalarına dayanan İslâmi ekonomik sisteminin özü Kuran ideolojisine dayanmaktadır. Dengeli ve sağlıklı bir toplum ve yaşam sistemini yaratmak bu ideolojinin en önemli görevlerinden biridir.
İslam’ın kendisine özgü olan ekonomi anlayışında; servetlerin meydana gelmesi, dağılımı, çoğaltılması ve paylaştırılması çağımızın diğer iki büyük sisteminden çok farklıdır. Bu sistemde servetlerin azınlığı oluşturan kişi veya sınıfların (grupların) ellerinde toplanarak yoğunlaşması imkansızdır. Bunun doğal sonucu olarak meydana gelebilecek sömürü ve sınıf çelişkileri ile çatışmalar kaynağında engellenmiş olmaktadır. Tüketim, tasarruf, yatırım, istihdam, ücret ve sosyal sigortalar ile mülkiyet sahipliği farklılıklar göstermektedir.
Maddi ve manevi yaşam arasında insanî, mantıkî ve ilahî bir denge kurmağa çalışan İslâm dininde sosyal adalet anlayışı da farklıdır. Gerçek bir Müslüman bu duyguyu zaten içinde hissedip ve uygulamakla yükümlü bulunmaktadır. İslâmi anlayış, kişinin kişiyi ezmediği, nimet ve külfetlerin adil olarak paylaşıldığı bir üretim-paylaşım-tüketim biçimi öngörmektedir.
Müslüman insandan Müslüman topluma götüren bu iktisadi yapının özünde ihtiyaç ekonomisi, dayanışmalı toplum ekonomisi ile iyi ahlâk anlayışı yatmaktadır.
Sistemde her türlü israf, karaborsa ve hilenin haramla ve yasalarla yasaklanmıştır. Sistemde servetlerin hakkedilmemiş kazançlardan oluşması ve bazı ellerde yoğunlaşacak biçimde toplanmasının engellendiği faizin reddi, zekat gibi sömürünün oluşmasına imkan vermeyen yapılar bulunmaktadır.
Adaletin her safhada egemen kılındığı ve insanların benimseyerek yaşattığı bu sistemin dayandığı temellerden biride ahlâk’tır. “Ekonomik Ahlâk” denildiği zaman, daha çok uyulması gereken normların ve izlenmesi beklenen kuralların tümü kastedilmektedir. Ekonomik zihniyet ise kişinin gerçek yaşamında somutlaşan değer ve inançların tümünü belirtmektedir. Bu iki kavram birbiri ile içiçedir.
Müslüman insanın ahlâk anlayışı onun ekonomik faaliyetlerini sınırlamaktadır. Sözgelimi, alınteri dökülmeden elde edilen kazançlar (hak edilmemiş) yasal sayılmaz. Faiz bunun için haram sayılmış ve yasaklanmıştır.
İslâma göre; en zaruri olanlardan başlamak üzere insana ve topluma yarar sağlayan mal ve hizmetler üretilmelidir. İnsana keyif ve sarhoşluk veren ve onu uyuşturan ürünlerin yapımı ve satışı yasaklanmıştır. Üretilmiş malların şu veya bu sebeple fiyatları arttırmak maksadıyla yokedilmesi yasaktır. Batının kâr-kazanç ögesi, İslâm’da insanlara yarar sağlanması olarak görülmektedir.
Tüketim’de lüks, israf, tefecilik ve vurgunculuk yasaktır. İslâm ahlâkı sade yaşamayı öngörmektedir. “Komşusu açken tok uyuyan kişiyi Müslüman saymayan” bir ahlâk anlayışı hakimdir. Diğer ekonomi sistemlerinde bulunmayan bu ahlâk yapısı iktisadi faaliyetleri belirler.
Bu durumda İslâmi ekonominin temeli Müslüman insan ve Müslüman toplumdur. İslâmın ibadetleri İslâm ahlâkının doğmasını ve pekiştirilmesini sağlamaktadır. İslâm olmayan bir sistemin yasaları ve şartları içinde yaşayan ve davranan bir kişiden İslâmi ahlâk anlayışı içinde bir Müslüman tipi çıkması beklenemez.
Görüldüğü gibi insanı ekonomik ilişkilerde bir araç olarak görüp onun sadece maddi yönleri ile ilgilenen Marksizm ve Liberalizm’in aksine İslâm Ekonomi’sinde insanın ahlâki ve manevi yanı önem kazanır. İslâm ekonomisi sağlıklı, dengeli, sınıf sömürüsü olmayan bir toplumu meydana getirmeyi amaçlamaktadır. Bu yüzden üretim-Tüketim-Bölüşüm manevî ve ahlakî değerlere göre biçimlenmiştir.
Bu sistemde mal ve mülk sadece Allah’ındır. Hükmeden sadece Allah’tır. Diger ekonomik sistemlerde ise sosyal sınıflardan kaynaklanan bir siyasi iktidar ekonomik gücü elinde tutmaktadır. İslam’da insanlar tapusu Allah’ın olan servetlerin emanetçisidirler.
Kur’an-ı Kerim, Nur Sûresinin 33 ncü Ayeti ile Nadîd Sûresinin 7 nci Âyetinde “mal’ın gerçek sahibinin Allah olduğu” açıkça belirtilmiştir. Sistemin hukukî ve iktisadi kuralları hak edilmemiş kazançları engellemektedir. Toprak-Maden-Kredi üçlüsünde devletin mülkiyet ve egemenliği ile vergi ve miras aracılığında meşru yollardan bile servetlerin bazı ellerde aşırı birikimi imkansızdır. Fakat kendine özgü kurulları mevcuttur. Özel mülkiyet özel kurallara göre vardır.
Sermaye ögesine dayanarak ve hiçbir emek harcamadan bir kazanç ve gelir elde etmek meşru değildir. Çünkü kazanç sadece fiziki bir emeğin ve bir gayretin karşılığı ise helâldir ve meşru’dur. Bu sebeple mülkiyet ilkesinde meşru bir kazanç ile elde edilmiş olmak kuralı vardır.
Bu yüzden yeraltı madenleri ve kişinin emeği ile oluşamayacağı kesin olan orman ve toprak konusundaki mülkiyetin özel kişilerde olamayacağı açıktır. Kumar, karaborsa, hile, spekülasyon ve faiz gibi yollarla elde edilen kazançlar İslami ekonomide meşru sayılmamaktadır. Gerçek bir İslâm ekonomisinde karapara’ya yer yoktur. Kazanç ve para helâl para olmalıdır.
Yine İslâmi ilkelerin ışığında elde edilen kâr’ın yarısının işçilere ücret olarak verilmesi gerekmektedir. Görülüyor ki İslâm, emek’in sömürüsüne dayanan faiz ve benzeri kanallarla bir sermayenin oluşmasına ve büyümesine izin vermemektedir.
Çünkü, şirketlerde kãr’ın yarısını işçiye ücret olarak veren, faizi, karaborsayı, hileyi ve kumarı yasaklayan İslâmi ilkeler, bu yolla sermaye birikimini engellediğinden kişileri, gerek ferden ve gerekse grup ve sınıf olarak ezecek ekonomik yapıların oluşmasını engellemektedir. Bu şekilde güçlü ekonomik temelden itibaren oluşabilen sosyal farklılaşmaların da doğmasını engellemekte ve bir sosyal sınıfın, diğerlerini ezmesine imkan vermemektedir.
Bunun yanında servetten her yıl %2,5-5 oranında alınması öngürülen Zekat uygulaması ve bunun devlet eliyle ihtiyaç sahiplerine dağıtılması ile sosyal adalet’in gerçekleşmesi sağlanmaktadır.
İslâma iktisadi faaliyetlerin oluşması ve sürdürülmesi için başlıca iki yapı ortaya çıkmaktadır. Bunlar; Devlet Müdahaleciliği ile İslâma özgü Özel Girişim Serbestliği’dir.
Temelde ekonominin ana karar merkezinde daima devlet bulunmaktadır. Çünkü İslam devletleri “Allah’ın” buyruğu gereği İslam kurallarını uygulamakla ve sürdürmekle yükümlüdür. Bu noktadaki devletin emirleri kesindir. Böyle olunca özel girişimler devletin koyduğu ve koyacağı kurallar ölçüsünde serbest olabilecektir. Genel ekonomik faaliyetler devletin denetimindedir. Özel teşebbüslerin girişimleri devletin seçtiği hedeflere uymak zorundadır. Yalnız burada vurgulanması gereken husus şudur; eğer gerçek İslâmi ekonomi uygulanıyorsa, bu sistemde özel kökenli sömürü ve baskılar olmadığı gibi devletin baskı ve sömürüsüde elbette olmayacaktır.
Sonuç olarak; Düşünce yapısı ve kuralları ile son derece açık, yararlı ve üstün niteliklere sahip bir ekonomik sistemin başarı ile uygulanabilmesi ancak İslâmi kuralları tam anlamı ile gerçekleştirebilecek şeriatla yönetilen İslam devletlerinde mümkündür.
Bu ölçülere tam sahip olabilen bir devlet düzenine, kitle iletişim araçları ile sınırların ortadan kalktığı, kültürlerin devamlı olarak birbirlerini etkilediği bir ortamda sahip olmanın son derece güç olduğu değerlendirilmektedir. Bugüne kadar İslami ahlak kurallarını her yönü ile özümsemiş ve bunu yaşam tarzı haline getirmiş bir toplum ve böyle toplumların oluşturduğu devlete rastlanmamıştır.
Bugün "Şeriatla idare ediliyoruz." diyen Müslüman ülkelerin, Kur'an ahkâmına veya İslam dininin esaslarına göre idare edildiklerini söyleyemeyiz. Bu ülkelerin, İslâm'la uzaktan yakından ilgisi olmayan zalim diktatörler tarafından idare edildikleri bir gerçektir. Diktatörlerin Müslüman olması toplumun İslami kurallarla yönetildiğini göstermez.
Zaman, zaman, "İslamiyet'in en iyi yaşandığı ülke, Türkiye'dir" denir. Aslında bu söz doğrudur. Enerji kaynaklarını kontrol edebilecek çok stratejik bir konuma sahip Türkiye için bölgede menfaati olan küresel güçlerin esas korkusu da budur. Onlar, "Bölgedeki ülkeler, göstermelik de olsa, Türkiye gibi demokrasiye kavuşurlarsa işlerimiz zorlaşır" diye düşünmektedirler.
İşte bu yüzden hedefleri de; Türkiye'yi, o ülkelere benzetmektir.
Dr. Tahir Tamer Kumkale 20 Aralık 2009 Pazar |
|
|