12 ARALIK 2024 ÇARŞAMBA

 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net

İYİ İNSANLARI SAYGI İLE SELAMLIYOR VE SEVGİ İLE KUCAKLIYORUM............

Ana Sayfa
Başlarken
Yazı Arşivi
Yazı Arama
Kitaplarım
Hakkımda


    Kitaplarımdan seçmeler...

Amazon'da kitaplarım






17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİNDEN DERS ALDIK MI?
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:

Yeni Türkiye'nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-(1923)

 17 Ağustos 2013 Cumartesi 

17 Ağustos 1999’da meydana gelen Gölcük- İzmit- Adapazarı Depreminin üzerinden14 yıl geçti. Geçen yıllar hafızalardaki korkunç görüntüleri silemedi. Yıkılan şehirlerimizde depremin fiziki yıkıntıları tamamen ortadan kaldırıldı. Her şey eski görüntüsüne avdet etti. Fakat bir deprem coğrafyasında konuşlanan ülkemizde deprem felaketi eksik olmadı. Düzce, Bingöl ve diğer pek çok deprem felaketi birbirini takip etti.

Her depremde görülen manzara hiç değişmiyor. Hep ayni ihmal ve başıbozukluktan yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar. 17 Ağustos’tan günümüze değişen bir tek olumlu şey var. O’da devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları tecrübe. Yani yapılan iyileştirme depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Bunlar tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonra yapılacak faaliyetlerle sınırlı kalmıştır.

Biz Türkler kaderciyiz ve depremden asla ders almıyoruz. Bunun son örneklerinden birini Mayıs 2003 Bingöl Depreminde yaşadık. 1971’de tamamen yıkılan ve bin civarında can kaybına sebep olan ve depremden sonra sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem dahi yeniden yıkmaya yetti ve iki yüzden fazla cana mal oldu. Yine devlet binaları önce yıkıldı. Yatılı Bölge Okulu tek başına öğrencilerine mezar oldu.

1971’de yeniden inşa edilen Bingöl’de tüm yeni binalar tek katlı idi. Kışın çok soğuk, yazın ise çok soğuk olduğu için devamlı şikayet edilen bu tek katlı inşaat geleneği uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise, deprem unutuldu. Binalar yükseldi. 2003 depreminde görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve müteahhitlerin çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılırken tek katlılar sapsağlam duruyorlardı.

Türk Devleti ve milleti depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Milletçe kenetleniş bizim milli karakterimizdir. Kenetlenme doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden alınmasıdır. Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir.

İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur.

Binlerce yıldır insan yerleşimine açık olan Anadolu’da yaşayan insanlarımız bu bereketli topraklarda depreme karşı inanılmaz bir savaş vermektedir. Her 30 yılda bir periyodik olarak gelen büyüklü küçüklü depremler hem can, hem de mal kaybına sebep olmakta ve milli servetlerimiz içinde yaşayanlarla birlikte heba olmaktadır. Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir ve daha binlerce yıl toprak yerleşene kadar bu tabiat olayı durmaksızın devam edecektir. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.

Nitekim geride büyük medeniyet eserleri bırakarak tarihe intikal eden Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı depreme dayanıklı evlerde oturarak bu afetten kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunların örneğini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü v.s. olarak görüyoruz. Demek ki istenirse yapılabiliyor. Teknoloji ve bilim bugünkü ile edilmeyecek kadar geri olmasına rağmen binlerce insanın toplandığı bu mabetler her türlü sarsıntıda can güvenliği açısından gerekli güveni sağlayabilecek şekilde inşa edilebiliyor.

Allah hiç kimsenin başına deprem acısı vermesin ve deprem korkusu yaşatmasın. Fakat bugüne kadar sorumluların sorumsuz davranışları dolayısıyla her türlü ezayı bizzat halkın çektiğini görünce; “Doğrudan bu afete maruz kalıp acıyı bizzat hissetmeyenler için televizyonlardaki yıkım görüntüleri sıradan bir film görüntüsü gibi gelmektedir. Bunun için sorumlu da olsa tedbir alması mümkün değildir” demek zorunda kalıyorum.

3 Mart 1992 Saat 1919’da meydana gelen Erzincan depremini ailemle birlikte yaşadık. Allah böyle afetlerle bizi bir daha sınamasın. İnsanoğlunun; kendi elleriyle yarattığı binalarda ne hale geldiğini ve bu büyük afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu gördüm ve yaşadım. Deprem Harekat Merkezi’nde koordinatör olarak görev aldığımdan, zaman ilerleyip de depremin ilk şokunu atlatınca; depremin kesinlikle öldürmediğini, kuralına uygun inşa edilen binaların depremde yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit olarak ulaştım.

1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik katkıları ile meşhur Kuzey Anadolu Fayının tam üzerine inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar v.s gibi devlet binalarının tamamına yakınının ya yıkıldığını ya da çok büyük hasar gördüğüne şahit oldum.

Deprem çalışmalarında meydana gelen aksaklıkları belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu’nun da katkılarıyla detaylı bir “Deprem Sonuç Raporu” hazırlayarak devletin ilgili kademelerine gönderdik. Hiçbir tedbir alınmadığını, bizim raporların da daha önce gönderilenler gibi sümen altına atıldığını (bekletildiğini) 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve gelen Düzce depremlerinde anladık.

Hazırlanan kapsamlı “Afet Koordinasyon Planlarına” göre; Deprem sonrasında bölgedeki resmi makamlardan deprem yıkımının kaldırılması için görev bekleniyor. Oysa bunun çok yanlış olduğunu da yaşayarak öğrendik. Bölgede yaşayan insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara ve can kaybına bu yetkililer de aynen uğradığından “Afet Planında görevleri var” diye o bölgenin mülki, askeri ve yerel yöneticilerinden sağlıklı bir görev beklemek mümkün değildir. Çünkü onlarda diğerleri gibi deprem şokuna girmiştir. Onlarda birer depremzededir ve onlarında doğrudan yardıma ihtiyaçları vardır. Bu kişilerden görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi kaos ortamını büyütmekten başka bir işe yaramaz..

En geç 6 saat içinde bölgenin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçeler yönetimine veya Ankara’da oturan Merkez Valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. “Deprem bölgelerimiz ve muhtemel deprem periyotları da kabaca belli olduğundan nerede deprem olursa kimlerin nerelere gideceği önceden detaylı plânlanmalıdır.” dedik. Ama bunun ne demek olduğunun anlaşılamadığını gördük.

Büyük can ve mal kaybına sebep olan 1999 Marmara Depreminden sonra görünüşte bazı tedbirler alındı. Fakat bu tedbirlerin daha çok depremden sonra yaraların sarılmasına yönelik olduğunu hep birlikte görüyor ve üzülüyoruz. İstanbul’un her tarafına “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Çeşitli yardım plânları hazırlandı. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar icra edildi. Bunlar güzel şeyler. Fakat hepsi lüzumsuz ve gereksiz gayretler olarak kalmaya mahkûmdur. Gayretler deprem sonrası yıkımda alınacak tedbirlerde değil, depremde yıkılmayı önleyecek tedbirlerde olmalı idi.

1992 Erzincan depreminde her tarafı deprem bölgesi olan Türkiye’de Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi” yoktu. İşin garip tarafı bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Biz dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışırken yabancı ekiplerin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görerek öğrendik.

Bunlardan biri de İsviçre’nin Kurtarma Ekibi idi. Depremin ikinci günü özel uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkan ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim; “Hayır efendim. İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Gördüğünüz ekip gibi üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler eğitimimizi pekiştirmemizi sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz” dedi.

İşte devlet. Ve işte devletin insanına verdiği değer. İşte yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. 500 yıl öncenin teknolojisi ile yapılan eserler dimdik ayaktalar. Onlarca depremden sağlam çıkmış, yine çıkacaklar.

Şimdi ben burada iddia ediyorum ki; 1999’dan sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde tamamen yıkılacaktır. Daha önce inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulu daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.

Şunu unutmamak gerekiyor. Deprem Yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Ve yıkacaktır. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara karşı yaptığı savaştır. Bu savaşın mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın bu yıkımdan kurtarılması gerekmektedir. İnşallah tedbir almakta bir daha geç kalmamış oluruz…

Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net
http://kumkale.woordpress.com



Dr. Tahir Tamer Kumkale
17 Ağustos 2013 Cumartesi

 
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale