Dr. Tahir Tamer Kumkale
tamer@kumkale.net
|
Kitaplarımdan seçmeler... Amazon'da kitaplarım
|
|
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:
|
|
Hayat demek mücadele, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manevi ve maddi bakımdan kuvvete ve kudrete dayanır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1920) |
Bir hafta önce AB yönetiminden gelen dayatmalar karşısında Ak Partili devlet erkanının suratlarından düşen bin parça idi. Başbakan ve Dışişleri Bakanımız birbiri ardına verdikleri beyanatlarla AB hakkında atıp tutuyorlardı.. Peki 3 EKİM günü ne değişti de AB ile müzakerelerin başlaması bütün dünyanın takdir ettiği bir zafer olarak ilan edildi. Tam otuz yıl devlet hizmetinde bulunmuş bir kişi olarak ülkemin ve insanlarımın menfaatine olan işleri bilmeyi, bunlarla gurur duyup sevinmeyi ve varsa zaferlerimizi kutlamayı kendimde bir hak olarak görüyorum. Olayları dikkatle incelememe ve lehimizdeki en küçük kazanımları dahi abartarak göstermeye çalışmama rağmen 3 Ekim'in zafer olarak kutlanacak bir gün olmadığını değerlendiriyorum."AB'ne girmek için sonunun ne olacağı şimdiden belli olan rutin bir sürece girilmesini" bir bayram havası içinde görmemizi gerektirecek değerde bir olay olmadığı algılayabiliyorum.. Müzakere süreci içinde hiçbir inisiyatifimizin olmayacağı şimdiden kesinleşen bir faaliyetin "Dünyada bir dönüm noktası ve yeni milat" olarak gösterilmesini ben şahsen hazmedemiyorum. Yani içime sindiremiyorum. Adamların bizinle çok güzel oyun oynadıklarını görerek kahroluyorum. Aslında ben de; ortalıkta dolaşan aşırı iyimserlik havasını koklamak, gelinen yerden gurur duymak, coşmak ve halkımın sevincini paylaşmak istiyorum. Fakat mantığım ve aklıselim'im olayın gösterildiği gibi olmadığını, hızla büyük bir tuzağa sürüklendiğimizi, şimdiye kadar elde ettiğimiz kazanımların elimizden alınacağını, bağımsızlığımız ile millet egemenliğimizin yerini Avrupa egemenliğine terk edeceğini işaret ediyor.. Ayrıca bu süreç boyunca küresel sömürge güçlerince işgal edileceğimizi ve bundan kurtuluşun da ancak yeni bir istiklal savaşı ile gerçekleşeceğine inanıyorum. Ben diplomat değilim. Eğer ben, kendi imkânlarımla internetten indirip tekrar tekrar okuyup çözmeye çalıştığım ÇERÇEVE BELGESİ' nin her kelimesinin tuzaklarla olduğunu görüp anlayabiliyorsam, bu işlerin içinde bulunan sayın yetkililerimizin benim gördüklerimi çok daha iyi algılayabileceklerini biliyorum. AB Müzakere Çerçevesi Dokümanı bize verildiğinde içeriği hakkında halkımız hiçbir şey bilmiyordu. Bu konuda yapılan tüm itirazlar ve yazışmalar kapalı kapılar ardında yapıldı ve sonuna kadar bir devlet sırrı gibi korundu. Takip edebildiğimiz kadarıyla Türkiye'nin yaptığı bütün itirazlar dikkate dahi alınmadı. Küçük kelime oyunları yapılarak gözümüz boyandı. Avusturya kendisine verilen muhalefet görevi rolünü başarı ile tamamladı. Bizim kırmızı çizgi olarak bildirdiğimiz "İmtiyazlı ortaklık" sözcüğü son metinde doğrudan yer almadı. Ama metinin içeriği baştanbaşa adeta imtiyazlı ortaklığın tarifi ile dolduruldu. Yani saf ve temiz Türklerin kandırılması için lisan ve ifade değişikliği yapıldı. Kabul ettiğimiz ve zafer olarak nitelendirdiğimiz Çerçeve Antlaşmasıyla, Türkiye'nin eli-kolu iyice bağlandı. Her türlü olumsuz şarta evet demeye mecbur kılındı. Ve en sonunda Türkiye içinden bir türlü çıkamayacağı bir bekleme odasında ikamete mecbur edildi. Bilindiği gibi müzakerelerin sonunda, Fransa ile Avusturya mutlaka referanduma gideceklerini açıklamışlardı. Bir tek "hayır" referandumunun dahi Türkiye'nin AB'ye girmemesi sonucunu verdiğini bizimkiler bilmiyor mu? Bal gibi biliyorlar.. Buna rağmen bizi bu zillete mahkum eden yöneticilerimiz; "başımızı dimdik tuttuk, milletimizin ve devletimizin bütün çıkarlarını milim, milim koruyarak bu sonuca ulaştık. Bize karşı çıkanlar utansınlar diyerek" pişkinliklerini gösteriyorlar. Bizim yöneticilerimiz haklarımızı korumamışlardır. Sadece kendilerine verilenleri aynen kabul etmek durumunda kalmışlardır. Ve bunlar; Türk milletine hava atıp, zafer gösterisinde bulunurken, herkesin de bu boş, heyecanlı konuşmalara kanıp, bayram edeceğini sanmışlardır. Nedense, İnternet in yaygın olarak kullanıldığı bir ortamda bu dokümanların tam metinlerinin başkaları tarafından da kolayca bulunup, okunacağına ihtimal vermediler bile. Bugün ülkemizde mütareke basınından daha ileri derecede kalemleri ve beyinleri satın alınmış basın mensuplarımız var. Ne yazık ki ülkemizde Batı devletleri ve şirketleri ile büyük birlikteliği isteyen bir gurup yazar-çizer takımımız da mevcut. Onların bulup, sürekli ekranlara taşıdıkları sözde "aydınlar" sayesinde, ekranlarda da aynı tip bir hava yaratılmış ve halkımız hep tek yanlı, yani Avrupalı gözüyle düşünmeye zorlanmıştır. Başka şekilde düşünen veya olayları sorgulamak isteyenler için bütün kapılar kapatılmıştır. Cesur ve hakikatleri konuşan, yazan ve yayın yapanların seslerini de halkın çoğunluğunun duyması engellenmiştir. Sonuçta kitleler, "Muhalefetin sesi çıkmıyor. Demek ki, her şey yolunda" şeklinde bir düşünceye sokulmuştur. İşte bunların yapıldığı ülkemizde gerçek demokrasi ve fikir özgürlüğünden bahis olunabiliyor. Oysa kağıt üzerinde var olan bütün özgürlük kuralları fiiliyatta bir işe yaramıyor. Zaten hükümetin fikir ve icraatlarına karşı çıkan veya onları sorgulayan herkes, hep "marjinal guruplar" olarak suçlanıyor. Bir nevi Post Modern İşgal dönemine girmiş bulunuyoruz. Buna "Modern Sömürge Sistemi "de diyebiliriz. Sonuç olarak; Müzakerelerde üzerinde tartışmaların yapılacağı 35 ana konusu tesbit edilmiştir. Her bir konunun başlaması ve tamamlanması için 25 üyenin evet demesi gerekmektedir. Her bölümün fiili çalışma suresi iyimser bir tahminle, bir yıl sürebilir. Dolayısıyla işin sadece müzakere safhası en az 35 yılda tamamlanabilecektir. Sonunda her şey yolunda giderse ve en son yapılacak referandumlarda da "evet" çıkarsa. Ayrıca, AB, Türkiye'yi, yapacağı büyük kültürel (dini) reformlardan sonra "hazmedebilirim" derse, bölünerek içi boşaltılmış ülkemiz zafer çığlıkları ile başladığı AB serüvenini 2050 yıllarında tamamlama imkanı bulacaktır. Doğal olarak o yılların Türkiye Cumhuriyetinden törpülene törpülene geriye bir şey kalmayacaktır. Ve belki de kendi içinde bölünüp parçalanmış Türkiye'nin AB'ne kabulünün o zamanın birkaç güç merkezli dünyasına fazla bir değeri bulunmayacaktır. 3 Ekim günü başlayan bu süreci hazırlayan belgeler hakkında en kanaatime göre en doğruyu görüp ifade eden Sayın Mesut Yılmaz sözleri ile yazımı noktalamak istiyorum; "17 Aralık kararları Türkiye'ye ikinci sınıf bir üyelik teklif etmekteydi. Şimdi elimize tutuşturulan müzakere çerçeve belgesi bu ikinci sınıf üyelik teklifini pekiştirdi."
Dr. Tahir Tamer Kumkale 8 Ekim 2005 Cumartesi |
|
|