12 ARALIK 2024 ÇARŞAMBA

 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net

İYİ İNSANLARI SAYGI İLE SELAMLIYOR VE SEVGİ İLE KUCAKLIYORUM............

Ana Sayfa
Başlarken
Yazı Arşivi
Yazı Arama
Kitaplarım
Hakkımda


    Kitaplarımdan seçmeler...

Amazon'da kitaplarım






Filistin'in Türkiye için önemi nedir?
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:

 7 Haziran 2010 Pazartesi 

Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur.
(Gazi Mustafa Kemal Atatürk - 1920)

Yarım asrı geçen bir süreçte daima savaş-kargaşa-kaos ortamı olarak tanınan Filistin toprakları; Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için her ne sebeple olursa olsun asla vazgeçilemeyecek kutsal değerlere sahiptir.

Filistin'in gerçek halkı olarak bugün ne Müslümanları ne Yahudileri ve nede her ikisinin arasında kalmış Hristiyanları gösterebiliriz. Bölge bugün inanç, kültür ve ırk olarak belkide dünyanın en karmaşık ve renkli yerlerinden biridir.

Bölge halkı tarih boyunca birbirleri ile çatışmıştır. Bölgenin gerçek sahibinin kendileri olduğu savına şiddetle sahip çıkan ayrı dinlerin mensuplarının diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya çalışması ile başlayan çatışmalarda topyekün Filistin halkı daima kan, gözyaşı ve şiddet görmüştür.

Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi ile 1517'de Osmanlı egemenliğine giren bölgede 400 yıl süren gerçek bir barış süreci yaşanmıştır. Bölge insanı her alanda güvenli ve müreffeh bir yaşam sürmüştür. Halklar burada aralarında çatışma olmadan tek bir millet gibi yaşamışlardır.

Osmanlı’nın çöküş döneminde Yahudiler, II nci Abdülhamit'ten Osmanlı borçları karşılığında Filistin'den toprak talep etmişlerdir. İstekleri kabul görmeyen Yahudiler toprak ve vatan hayâllerini ancak İkinci Dünya Harbi'nin sonunda gerçekleştirdiler. Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar red etti. 14 Mayıs 1948’de BM paylaşım plânı uyarınca David Ben-Gurion tarafından İsrail’in kuruluşunun ilan edilmesiyle bölge halkının devamlı savaş ortamı içinde yaşaması artık olağan ve vazgeçilmez bir kader olmuştur.

Cihan Harbi'nin Naziler tarafından ezilen mazlum milleti Yahudilerin Tevrat’ta vadedildiği belirtilen topraklara gelmesi ile başlayan savaş halen devam etmektedir. Bu savaşın devamında ilk günden itibaren İsrail yönetimine daima savaşı strateji olarak seçen ve ismi terörle birlikte anılmış kişilerin gelmesinin payı vardır.

Kuruluşunda büyük katkısı olan ABD, İsrail'i her alanda desteklemiştir. Bu destek; ABD bütçesinden her yıl yapılan finans yardımları ile birlikte, bölge ticaretini yönlendirmesi ve bölgeyi denetim altında tutması için ticari, askeri, siyasi, sosyal ve kültürel yardımlar şeklinde oluşmuştur.

Filistin’de kan ve gözyaşının durması için bugüne kadar başta BM olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş tarafından pek çok karar alınmıştır. Fakat hiçbiri İsrail tarafından uygulanmamıştır. Bundan sonra da uygulanması beklenmemelidir. Birleşmiş Milletler; 1967 yılında aldığı 242 Sayılı Karar ile; “İsrail'in 1967 yılı öncesi topraklara çekilmesi, Filistin Devletinin kurulması ve Arap ülkelerinin İsrail'i tanıması kararlaştırılarak bölgeye barış getirilmesi” öngörülmesine rağmen geçen 43 yılda çatışmalar durmamış aksine şiddetini arttırmıştır.

Bugün sıcak savaş dışında politik açıdan İsrail'i durdurabilecek tek güç ABD'dir. Bunun bilincinde olan AB ülkeleri, kendi menfaâtlerine uyduğundan her defasında sessiz kalarak veya üzüntülerini bildiren rutin demeçler vererek yapılan katliamları sadece seyretmekle yetinirler.

ABD başkanlık seçimlerinde ABD ve dünya Yahudi lobisinin etkisi çoktur. Bu yüzden İsrail’e “Yeter Artık” diyebilecek ABD başkanının yeniden seçilebilme imkanı yoktur. Ayrıca başkanlığı görev süresi sonuna kadar sürdürebilmesi de mümkün değildir. Başkanlar bu gerçeği iyi bilirler ve şımarık çocukları İsrail’in yaptıklarını görmezden gelerek kesinlikle devreye girmezler. Bir taraftan İsrail’i kayıtsız-şartsız desteklemeğe devam ederken, diğer taraftan da yalan-yanlış basit kınama mesajları göndermeyi de ihmal etmezler.

Peki, ABD neden kendisini İsrailin hamisi olarak görmek ve bunu dünya kamuoyuna göstermek zorundadır? Yani ABD, İsrail’i neden destekler?
- Çünkü, dünya hakimi olarak kalabilmek için petrolü üzerinde bulunduran ve bu petrolün pazarlaması için çok kritik deniz geçitlerini üzerinde bulunduran stratejik önemi haiz kritik Ortadoğu bölgesinde ABD huzur ve istikrar istemez.
- Çünkü, ABD emperyalist bir ülkedir. Dünya ticaret yollarını kontrol eden ve dünyanın merkezi konumunda bulunan Ortadoğu’da asla vazgeçemeyeceği büyük çıkarları vardır.
- Çünkü, ABD Petrolün sürekli çıkartılması ve dağıtımının da tamamen kendi kontrolünde bulunmasını ister.
- Çünkü, ABD bölge ülkelerinin ve küresel güç merkezlerinin petrol üzerinde hak iddia etmelerini önlemek için bölgede istikrar ortamının oluşmasını engellemek zorundadır . ABD, bölge halklarının devamlı çıkar çatışması içinde olmasını ister. İngiltere’nin 1920'de bölge halkları arasında yarattığı sun'i nifak tohumlarının daima yeşermesini ister.
- Çünkü, ABD bölge halklarının demokrasi ile değil, daima teokratik idare ile yönetilmesini destekler. Ve ABD bu politikası ile petrolün çıkışını ve dağıtımını daha kolay kontrol eder.

ABD’nin bu istekleri ve davranışları Coğrafya ve Jeopolitik ilminin doğal bir neticesidir. Bu büyüklükte bir devletin başka bir alternatifi de yoktur. Bir bakıma dört tarafı Müslüman Araplarla çevrili İsrail tek başına devam eden büyük çatışma ortamının sorumlusu değildir.

Bölge halkları arasındaki huzur ve istikrar ortamı ABD'nin bölgeye kolayca gelmesine ve bölgedeki çıkarlarını kontrol edebilmesine engel teşkil edeceğinden ABD yönetimleri, çareyi çoğunluğu Müslümanlarla meskun olan bölgeyi huzur adası şeklinde idare edecek merkezi otoritelerin ortadan kaldırılmasında bulmuştur.

Özetle, son derece insalcıl(!) yaklaşımlarla kutsal kitaplarda vadedildiği iddiası ile sapsağlam vücuda bütün bünyeyi etkileyecek kadar zararlı mikrop salınmıştır. Hastalanan bünyeyi tedavi edecek doktorda her zaman ABD olmuştur. Bunun böyle devam edeceği de açıkça görülmektedir. Bu bakımdan bölgeye uzun bir süre barış ve sukünetin gelmesini beklemek sadece saflık ve hayalperestliktir.

İsrail'de 130 ayrı ülkeden, yani 130 ayrı kültürden Musevi dinine inandıkları için göçeden insanlar yaşamaktadır. Dünyanın şeriat ile idare edilen tek dinci ve ırkçı yönetimi İsrail'dir. Aşırı dinci devlet herşeyin tek hakimidir. Bu yüzden İsrail’in başka dinlere bağımsızlık tanıması ve bir arada yaşaması da asla mümkün değildir.

Peki, Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı sonrasında meydana gelen gelişmeler mevcut statükoyu değiştirmeğe yeter mi? Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan ağır sözlerle İsrail’i dünyaya şikayet etti. Ayrıca uluslararası hukuk normlarına göre dünya ülkelerini İsrail’e karşı mücadeleye de davet etti. Dünya konuyu sahiplenmediği takdirde Türkiye’nin tek başına Gazze için mücadelesine sonuna kadar devam edeceğini vurguladı.

İsrail ilk defa bu olayla dünya kamuoyundan çok sayıda tepkiler aldı. Daha önce sessizliğini koruyan belli odaklar bu defa cılız da olsa seslerini duyurdular. Ama bunların hepsi günü geçirmeğe yönelik sonuçsuz çabalar. Sorun’un çözümü ABD’nin konuyu sahiplenmesi ve İsrail’e karşı yaptırımların başını çekmesinde yatmaktadır. Oysa ABD hâlâ İsrail’in arkasında olduğunu beyan etmektedir. Demek ki 8 Haziran 2010’da bölgeye ABD'nin fiili müdahalesi dışında makül ve demokratik bir çözüm kısa vadede görülmemektedir. Çünkü, ABD’nin Irak’ın işgali ile elde ettiği kazanımlarının güvenliği ve bekasının sağlanması için İsrail’in dimdik ayakta kalması gerekmektedir.

Kanaatime göre İsrail 60 yıldır olduğu gibi yine taviz vermeyecektir. Dünya ülkeleri ve İsrail’den doğrudan etkilenen Arap ülkeleri bu defa da bilinen tutumlarını sergileyerek sadece kınamakla yetineceklerdir. Barış ve huzur umutları ABD'lerine dur diyebilecek ve bölgedeki ABD ve AB menfaatlerine set çekebilecek bir dünya gücü meydana gelene kadar, yani bölgede güç dengesi tesis edilene kadar askıya alınacaktır.

Şimdi meseleye birde Arap ülkeleri açısından bakalım. Sorumuz çok basit: Arap ülkeleri neden birşey yapamıyorlar? Arapların toplam gücü İsrail'in onlarca katı değil mi? Araplar biraraya gelerek asırlarca huzur içinde yaşadıkları ata topraklarından İsrail'i atamazlar mı?

Cevap maalesef olumsuzdur. Çünkü Araplar bu metodu defalarca denedi. İsrail'i gasbettikleri topraklardan atmak üzere biraraya geldiler ve dört bir yandan saldırdılar. Fakat her saldırı sonunda daha fazla toprak kaybettiler. Şimdi ise tamamen ABD güdümüne giren petrol zengini kıral ve şeyhlerin hükümran olduğu Arap dünyasının böyle bir teşkilatlanma içine girmesi ve müşterek bir cephe oluşturarak hareket etmeleri de yakın vadede imkansızdır.

Şimdi kendimize soralım.. Bu bölgede sorunlar çözümsüz mü kalacaktır? Çözümsüzlük hep çözüm mü olacaktır? Tabii ki hayır. Çözüm bölge ülkelerinin birliğinden ve bölgesel güç olarak bir çatı altında asgari mutabakat ile toplanmalarından geçmektedir. Osmanlı bunu yapmıştır. İsrail yöneticilerinin ağzından ister istemez dökülen " Osmanlı'nın bir manga ile sağladığı istikrarı biz bir ordu ile sağlayamıyoruz" şeklindeki acı yakınması, belkide sorunun çözümü için yol gösterici bir ışık olacaktır.

Şimdi de bunu irdeleyelim ve öncelikle işin esasını arayalım... Bu topraklar Filistinlilerindir. Filistinliler; Yahudidir, Müslümandır, Hristiyandır. Bunların inançları farklı bile olsa, ayni ortak ve yakın kültüre sahip birbirleri ile kaynaşarak binlerce yıl birlikte yaşamış ayni halktır. Aralarındaki ayrılık sun'idir. Bu halklar tarihte bir büyük üst yönetim (otorite) altında birarada barış içinde yaşayabileceklerini isbat etmişlerdir. O halde yine yaşayabilirler. Fakat bu yaşamın gerçekleşmesi için bölge halkları ile liderleri arasında uzlaşı ve diyalog gereklidir.

Bu uzlaşının gerçekleşme yeri asla Camp David, Londra, Berlin, Paris veya Moskova değildir. Çünkü bu merkezler bölgeye daima kan, şiddet ve gözyaşı getirmişlerdir. Bu çok doğal bir gelişmedir. Bölgenin karışık ve bulanık görüntüsü onların milli menfaatleri icabıdır. Onlar barıştan yana değil, daima savaştan yana olmuşlardır. Bunu tarih ilmine biraz ilgi duyanlar kolaylıkla görebilirler.

Burnumuzun dibinde 60 yıldır birbiri ile çatışan, bizim eski teb'âmız olan ve gücümüzü çok iyi tanıyan halklar var. Biz onları asırlarca aralarında hiç bir çatışma olmadan ve refah içinde yönettik. Peki, neden bugüne kadar çatışan güçler arasında bizi doğrudan ilgilendiren bir barış sürecinin başlatılmasında hiç bir katkımız olmadı. Veya olamadı? ABD, okyanus ötesinden üç kuruşluk milli menfaâti için geliyor. Çaba harcıyor. Uğraşıyor. Biz sadece bakmakla yetiniyoruz..

İddia ediyorum ki; Türkiye, bu bölgede ABD ve AB menfaatlerine set çekebilecek ve bölgede huzur ve istikrarı sağlayabilecek potansiyel güce sahip tek ülkedir. 600 yıl bölge halkları arasında huzur ve güveni tesis eden Türkiye’nin tekrar bu işlevi yapabilmesi için yöneticilerinin kendi gücünün farkında olması gerekir. Sadece gücünün farkında olmak da yetmez.. Öncelikle ABD ve AB politikalarını doğrudan uygulayan bir ülke konumunu terk etmemiz gerekmektedir. Türk milleti olarak kendi milli menfaatlerimiz doğrultusunda kendi seçtiğimiz milli hedeflere bizi ulaştıracak milli stratejiler üretip uygulamaya koymadıkça başarı şansımız yoktur.

1920- 1952 yılları arasında kendi milli politikalarını kurgulayıp uygulayan Türkiye, 1952 yılında NATO üyeliği ile birlikte ABD ve AB’nin yönlendirdiği küresel politikaların uygulayıcısı olarak günümüze gelmiştir. Türkiye 60 yıldır küresel güçlerin denetiminde yönetilmektedir. Aslında Başbakan Erdoğan’ın gururla dile getirdiği BOP eşbaşkanlığı görevi ile küresel bağımlılığımız tescil edilmiştir. Milli doğrultuda davranabilmek için acilen bu zincirin de kırılması lazımdır.

Türkiye, bu işlevi en iyi şekilde yapabilecek tarihi tecrübeye ve milli güç unsurlarına sahiptir. Ben, yeterli potansiyelimiz ile birlikte bölge halkları üzerinde önemli derecede etkimiz olduğuna inanıyorum. Yeter ki milli menfaatlerimiz ışığında oluşturacağımız milli hedefleri her şart altında elde edebileceğimize inanmış ve meseleleri milli gözlükle görebilecek öngörüye sahip yöneticilerimiz olsun.

Sonuç olarak; Ortadoğu'daki bütün olayların çözüm yeri Ankara’dır. Bölgedeki güç dengeleri ile tutarlı ve tarafsız bir politika uygulayarak barışı sağlayabilecek, uzlaşmayı gerçekleştirecek tek güç Türkiye’dir. Bunu sağlamak için hiç yerden fikir ve destek almaya ve küresel güçlerin çizdiği politikalar içinde yer aramaya gerek yoktur. Yeterli devlet tecrübemiz ile birlikte seçeceğimiz milli hedeflerimizi elde edilebilecek potansiyel gücümüz vardır. Kendimize güvenmek ve gücümüze inanmak zorundayız...


Dr. Tahir Tamer Kumkale
7 Haziran 2010 Pazartesi

 
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale