12 ARALIK 2024 ÇARŞAMBA

 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net

İYİ İNSANLARI SAYGI İLE SELAMLIYOR VE SEVGİ İLE KUCAKLIYORUM............

Ana Sayfa
Başlarken
Yazı Arşivi
Yazı Arama
Kitaplarım
Hakkımda


    Kitaplarımdan seçmeler...

Amazon'da kitaplarım






17 Ağustos 1999 depreminden ders alabildik mi?
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:

 16 Ağustos 2009 Pazar 

Yeni Türkiye'nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.
(Gazi Mustafa Kemâl Atatürk - 1923)

Bugün 17 Ağustos 2009. 17 Ağustos 1999’da meydana gelen Gölcük- İzmit- Adapazarı depreminin üzerinden geçen on uzun yıl bu büyük afetin hafızalarımızda yaşayan korkunç izlenimlerini silemedi.

Bugün deprem bölgelerindeki yıkıntılar tamamen ortadan kaldırıldı ve her şey eski görüntüsüne döndü. Bir bakıma deprem kamufle edildi. Aslında bu tarihten sonra da bir deprem denizi üzerinde bulunan bir ada misali ülkemizde depremler hiç eksik olmadı. Düzce, Bingöl ve diğer pek çok deprem felaketleri birbirini takip etti. Ama her depremde görülen manzara hiç değişmedi. Hep ayni ihmal, denetimsizlik ve kural tanımamazlık yüzünden yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar.

17 Ağustos 1999’dan günümüze değişen bir tek olumlu şey, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları tecrübedir. Yani yapılan iyileştirme depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Devletçe sürdürülen plânlı faaliyetler tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonra yapılacak faaliyetlerle sınırlı kalmıştır.

Milli karakterimiz haline gelen kadercilik anlayışımız her seferinde ağır basıyor ve biz herbiri gerçek bir yıkım olan depremlerden kesinlikle ders almıyoruz. Bunun en son örneklerinden birini Mayıs 2003 Bingöl Depreminde bir kere daha yaşadık. 1971’de tamamen yıkılan ve bin civarında can kaybına sebep olan ve depremden sonra adeta sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem yeniden yerle bir etmeye yetti. Bu küçük ölçekli deprem dahi iki yüzden fazla cana mal oldu. Ve yine önce devlet binaları yıkıldı. Yatılı Bölge Okulu tek başına masum öğrencilerine mezar oldu.

Oysa 1971’de yerle bir olan Bingöl şehri deprem sonrasında yeniden inşa edilmişti. Yapılan bütün binalar tek katlı idi. Kışın çok soğuk, yazın ise çok soğuk olduğu için devamlı şikayet edilen bu tek katlı deprem evleri inşaatı uygulaması uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise deprem unutuldu. Binalar tekrar kontrolsüz şekilde yükseldi. 2003 depreminde de görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve yine müteahhitlerin daima çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılmıştı. Deprem yönetmeliğine uygun olarak inşa edilen tek katlı yerleşim yerleri ise yapıldıkları gibi aynen duruyorlardı.

Geleneksel kültür yapımız olarak devletimiz ve milletimiz her depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Afetler karşısında milletçe kenetleniş bizim milli karakterimiz haline gelmiştir. Kenetlenme doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden, yani deprem olmadan alınmasıdır.

Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir. İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur.

Binlerce yıldır insan yerleşimine açık olan Anadolu sakinleri bu bereketli topraklarda doğal afetlerin en büyüğü olan depreme karşı inanılmaz bir savaş vermektedir. Her 30 yılda bir periyodik olarak gelen büyüklü-küçüklü depremler büyük can v e mal kaybına sebep olmaktadır. Milli servetlerimiz her defasında içinde yaşayanlarla birlikte heba olmaktadır. Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir. Belki daha binlerce yıl toprak tabakaları tam olarak yerleşene kadar bu tabiat olayı devam edecektir. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.

Tarihi süreci içinde deprem afetini dikkate alan Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı evlerde oturarak kısmen kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunun örneklerini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü v.s. olarak görüyoruz. Ayasofya, Selimiye ve Sultanahmet camileri bunun tipik örnekleridir.

3 Mart 1992’deki son Erzincan depremini ailece yaşadık. Allah kimsenin başına vermesin ve böyle afetlerle bizleri sınamasın. Yaratılan en değerli varlık olan insanoğlunun kendi yaptığı binalarda ne hale geldiğini, bu doğal afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu yaşayarak idrak ettik. Kurulan Deprem Harekat Merkezi başkanı olarak depremin ilk şokunu atlatınca depremin kesinlikle öldürmediğini, kuralına uygun inşa edilen binaların depremde yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit oldum.

1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik desteğiyle inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar gibi devlet binaları ya yıkıldı ya da çok büyük hasar gördüler.

Depremle ilgili edindiğimiz tecrübeleri belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu ile birlikte hazırladığımız Deprem Sonuç Raporu’nu devletin ilgili kademelerine gönderdik. Yeterli hiçbir tedbir alınmadığını, daha önce hazırlanan diğer raporlar gibi bizimkinin de sumen altına atıldığını (bekletildiğini) 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve ardından gelen Düzce depremlerinde anladık.

Devletin bürokratik kademelerinde bulunan çok kapsamlı Afet Koordinasyon Planlarına göre; deprem sonrasında bölgedeki devlet kuruluşlarına yıkımın kaldırılması için görev verilmektedir. Bunun çok yanlış olduğunu da yaşayarak öğrendik. Bölgede insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara bu yetkililer de aynen uğradığından planda görevleri var diyerek o bölgenin mülki, askeri ve yerel yöneticilerinden sağlıklı bir görev beklemek mümkün değildir. Çünkü onlarda birer depremzededir ve yardıma ihtiyaçları vardır. Bunlardan görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi tam bir kaos ortamına döndürmek anlamına gelmektdir.

Hazırladığımız raporda; “En geç 6 saat içinde afet bölgesinin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçe yöneticilerinin yönetimine veya Ankara’daki merkez valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. Deprem bölgelerimiz ve deprem periyotları da kabaca belli olduğundan muhtemel depremlerde kimlerin nerelere gideceği hususu önceden detaylı planlanmalıdır.” dedik. Ama bunun da anlaşılamadığını gördük.

1999 Körfez depreminden sonra görünüşte bazı tedirler alındı. Fakat bu tedbirlerde depremden sonra yaraların sarılmasına yönelik oldu. İstanbul’un her tarafına “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar da icra edildi. Bunlar güzeldir ama yeterli değildir. Boş ve sonuçsuz gayretler olarak kalmaya mahkûmdur.

1992’de her tarafı deprem bölgesi olan ülkemizde Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi” yoktu. Binlerce köpek sokaklarda başıboş dolaşırken bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma ve kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Bizler hâlâ dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışıp henüz ölmeyenleri de öldürürken, yabancıların bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görüp kendimizden utandık..

Erzincan depreminin ikinci günü özel bir uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkan ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim.

“Hayır efendim. İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Gördüğünüz ekip gibi üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler eğitimimizi pekiştirmemizi sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz” dedi.

İşte devlet. Ve işte bir devletin insanına verdiği değer. İşte Ayasofya ve yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. Bu eserler hâlâ dimdik ayaktadır ve onlarca büyük depremden sapsağlam çıkmışlardır. İddia ediyorum ki bundan sonra olacak depremlerden de sağlam çıkacaklardır.

Ve yine iddia ediyorum ki; 1999 yılından sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde ya yıkılacak ya da büyük hasar görecektir. Bu yapılar yine insanlarımıza mezar olacaktır. 1999 öncesi inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulunun daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.

Unutmamayalım ki; deprem yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara yaptığı savaştır. Bu savaşın mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın bu yıkımdan kurtarılması gerekmektedir. İnşallah tedbir almakta bir daha geç kalmamış oluruz.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
16 Ağustos 2009 Pazar

 
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale