Dr. Tahir Tamer Kumkale
tamer@kumkale.net
|
Kitaplarımdan seçmeler... Amazon'da kitaplarım
|
Batı Trakya Türk Toplumu'nu tanıyor muyuz? |
|
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:
|
Türk milleti olarak tarihin her devrine damgasını vurduğumuzu her fırsatta dile getiriyorum. Dünya uygarlığına yaptığımız katkılarla milletimiz insanlık tarihinde kendine yakışan yeri almıştır. Atalarımızdan kalıtım yolu ile elde ettiğimiz kazanımlar bugün zengin ve gösterişli devletler olarak bulunmasak dahi, yakın gelecekte dünyanın yönetiminde yeniden söz sahibi olacağımız yönünde geleceği şekillendiren stratejistlere önemli ipuçları vermektedir. Dünya hakimiyetine oynayan güçler Türk’ün farkındadır. Potansiyelinin bilincindedir. Türk Tarihini inceleyerek neler yapabileceğini de kolaylıkla görebilmektedir. Bunun için her fırsatta bugün uyumakta olan devin uyanmaması için plan üzerine plan hazırlamaktadırlar. Yanan ateşin üzerine su dökerek söndürmeye, sıcak korların üzerini külleriyle örterek ateşin dışarıya çıkmasını engellemeye çelışmaktadırlar. Bu çok doğaldır. Gücümüzü bilerek tedbir almak onların asli görevidir. Onlara kızmamalıyız. Ama tedbir alabilmek için yaptıklarını takip etmek durumundayız.
Türk Dünyasını yakından izleyen ve gelecekteki muhtemel gelişmeleri takip eden ülkelerin başında bugün Stratejik Ortak olup olmadığımız tartışma konusu olan ABD gelmektedir. Oğul Bush’tan önceki ABD Başkanı CLİNTON; 1999 Kasım ayında AGİT ( Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) İstanbul Toplantısı öncesinde çok önemli ve tarihi bir açıklama yaptı. "Türkiye yeni yüzyıla yön verecek bir ülkedir ve Türkiye'nin her yönden istikrar içinde bulunması gereklidir. " dedi. Ayrıca " TÜRKİYE'nin Avrupa Birliği dışında tutulmasının hiç bir ülkeye yararı olmayacağını, Avrupa Birliği adaylığı için Türkiye'ye verdikleri desteğin devam ettiğini" bir kere daha vurguladı.
Clinton'un uzak görüşlü ve ciddi bir devlet adamına yakışır tarzdaki ifadeleri duygusal değildir. Tam anlamıyla gerçekçidir. Her kelimesi doğrudur ve kelimeler özellikle seçilerek söylenmiştir. Ne yazık ki son yıllarda bizim gerçek değerimizi ve gücümüzün ne olduğunu hep yabancılardan öğreniyoruz .Kendi kendimizi mutlaka bir başkasının teyidi ile kabul ettirmeye çalışıyoruz.
Bilindiği gibi tarih ilmini en çok kullanması gereken kişiler siyasetçiler ve yöneticilerdir. Tarih her alanda yöneticilere fikir ve eylemlerini tanzim etmede en büyük yardımcıdır. Tarihini bilmeyen ve her ne sebeple olursa olsun geçmişini araştırmaktan kaçınan yöneticiler daima milletlerini hüsran ve mağlubiyetle tanıştırmışlardır. Yazılı Tarihler bunun binlerce örneği ile doludur. Bunun için tarihimizi iyi bilmek zorundayız. Atamız Osmanlılar; Süleyman Paşa komutasında ilk defa sallarla Çanakkale Boğazını aşarak Gelibolu'da Avrupa topraklarına ayak bastılar. Anadolu Türkleri’nin 1300’ lü yıllarda bu geçişle başlayan Avrupalı kimliği hiç değişmeden günümüze kadar devam etti. Daima batıya ilerleyen Türklerin ilerleyişi Avrupa’nın yarısına yakın bir bölümünü egemenliği altına alarak 1700 lerde Viyana önlerinde durdu. Bundan 1500 yıl öncede Batı Hun İmparatorluğu ve onun efsanevi lideri Attila ileTürkleri yakından tanıyan ve Türk egemenliğine aşina olan Avrupalı milletler bu defada güneyden gelen Türklerin idaresine girdiler.
1923’te Lozan ile 24 Milyon Km.karelik Osmanlı Devletinden elimizde kalan bir avuç toprak parçası, dışarıda bırakmak zorunda kaldığımız Türkler için daima bir ışık ve onları ayakta tutan bir umut olmuştur. Bu ışığın özlemi onların bulundukları topraklarda birlik ve bütünlük içinde ayakta kalmalarını sağlamıştır. Biz Türkiye olarak daima bu soydaşlarımızı yakından tanımak ve onlara muhtaç oldukları Türklük ışığını göstermek zorundayız. Ayrıca bu soydaşlarımızın durumlarını yakından takip etmek devletimizin bek’ası ve güvenliği açısından da hayati önem arzetmektedir. Türk kamuoyu sınırlarının ötesinde başka bayraklar ve altında ve başka kültürlerin baskısı altında yaşayan öz kardeşlerini yakından tanımalıdır. Bu Millet olabilmenin ve Millet olarak kalabilmenin ilk ve temel şartıdır.
Ben komşumuz Yunanistan’da yaşayan Batı Trakya Türkleri’nden başlamak üzere bir seri yazılarla geleceğin dünyasını şekillendirecek Türk Milletinin Türkiye sınırları dışında kalan unsurlarının durumlarını sütünlarımızın elverdiği ölçüde ele alarak Türk kamuoyunu bilgilendirmek istiyorum.
1913 Balkan Harbinde "Batı Trakya Hükümet-i Müstakilesi" Hükümeti kuruluna kadar tek bölge olarak anılan Trakya; Karadeniz, Marmara Denizi ve Balkan-Rodop dağları arasında kalan arazi parçasının tümünü içermekteydi. Günümüzde ise Trakya; Doğu ve Batı olmak üzere iki kısma ayrılarak tanımlanıyor. Doğu Trakya,Türkiye'nin Avrupa kıt’asındaki arazisini teşkil eder. Bunun dışındaki kısmı ise tamamen Yunanistan sınırları içinde kalan Batı Trakya'dır. " Batı Trakya Hükümet-i Müstakilesi" hudutları esas alındığında ise, Bulgaristan’ın Rodop Dağları güneyinde kalan bölümlerini de Batı Trakya olarak kabul etmek gerekir.
Balkanlardaki bilinen Türk varlığı şu andaki bilgilerimizin ışığı altında milattan hemen önceki yıllara kadar uzanmaktadır. Balkanlardaki Türk kültürel varlığı iki koldan gerçekleşen kitlevi göçler sonucunda oluşmuştur. Kuzeyden Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak göçleri, güneyden de Oğuz Türklerinin göçleri ve yerleşmeleriyle Balkanlar Türkleşmeye başlamış, 14 ve 15. Yüzyıllarda da tamamen Türk Kültürünün hakim olduğu, müreffeh ve mutlu insanların yaşadığı bir bölge haline gelmiştir.
İkinci Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasını takiben Balkanlardaki Türk varlığı için kötü günler başlamıştır. Fransız İhtilâlinin yarattığı Milliyetçilik Akımları Osmanlı’yı tarihe gömmek isteyen hasımlarının işine yaramış ve öncelikle Avrupa coğrafyasında yaşayan Gayri Müslim toplumlar birbiri peşisıra istiklâl mücadeleleri içine sokulmuştur. Ekonomik alanda dünyadaki değişmeler, kuzeydeki Slav kültürünün gelişmesi ve yayılmasını destekleyen Rusya’nın doğudan, dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kurmuş olan İngiltere'nin batıdan sürdürdüğü baskı politikaları sonucu Osmanlı Devleti, Avrupa’dan adım adım geri çekilerek 1912 Balkan Savaşları’na gelindiğinde bugünkü Türkiye’nin batı sınırlarına kadar topraklar boşaltılmıştır.
Bugün Yunanistan topraklarında yer alan Vardar Nehri doğusundan Meriç Nehrine kadar olan uzanan ve Türk Toplumu’nun çoğunlukta bulunduğu Batı Trakya’nın yakın tarihini iyi bilmediğimiz için, Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün doğduğu ve yetiştiği bu topraklarda yaşayan soydaşlarımıza milletçe lâyık olduğu desteği verebilmiş değiliz. Ve bu toplumun Lozan Antlaşması ile karşılıklı olarak garanti altına alınmış haklarının Yunanistan tarafından defalarca ihlal edilmesine de bu yüzden seyirci kalmaktayız.
Batı Trakya Türk Toplumunun varoluş mücadeleleri Balkan Harbi ile başlar. İşte size tarihi roman gibi gerçek bir milli mücadele ve kahramanlık hikayesi:
Bulgarlardan Edirne'yi kurtaran ordunun Kurmay Başkanı Kaymakam Enver Bey (Enver Paşa) , Batı Trakya Türklerini Bulgar mezalimine karşı korumak üzere 16 Subay ve 100 erden oluşan küçük bir müfrezeyi, 15 Ağustos 1913'de, Eşref Kuşçubaşı Bey komutasında Batı Trakya'ya gönderir. Edirne'den Ortaköy'e gelen müfreze 1200 kişilik Bulgar çetesi tarafından vahşice şehit edilen 400 Türk'ün cesetleriyle karşılaşır. Müfreze Komutanı Eşref Kuşçubaşı Bey tamamen kendi inisiyatifini kullanarak, hiç bir yerden emir almadan bu çete üzerine yürümeye karar verir. 16 Ağustos 1913 günü KOŞUKAVAK civarında katliamları yapan Bulgar Çetesi bulunur ve şiddetle çeteye saldırılır. Bulgar çetesinden 5'i subay olmak üzere 95 kişi esir alınır ve çete tamamen dağıtılır. Çeteden ele geçirilen 1200 tüfekle, Koşukavak Türk Taburu kurulur. Eşraftan Kamber Ağa isimli bir zat Koşukavak Hükümet Başkanı olarak tayin edilir.
Müfreze ilerlemesine devam ederek, 18 Ağustos'ta Mestanlı'ya çatışmasız olarak, Kırcaali'yi ise 19 Ağustos'ta bir Bulgar süvari alayı ile yapılan şiddetli bir çatışmadan sonra ele geçirir. Kırcaali'de de 600 kişilik bir Türk Taburu kurulur. Aynen Koşukavak'ta olduğu gibi Kırcaali ve Mestanlı'da da yerli halktan birer yerli Hükümet Başkanı tayin edilerek bu üç kazada yaşayan halkın can ve mal güvenlikleri fiilen sağlanır.
Merkezi otoriteden emir almadan tamamen kendi değerlendirmelerine göre hareket eden Eşref Kuşçubaşı Bey’in bu hareketi İstanbul’da hoş karşılanmadı. Ve hemen halen bulundukları yerde kalmaları ve ileri harekatı durdurmaları için emir verildi. Eşref Bey, bu emir üzerine Edirne'de bulunan ve bu faaliyetler için kendisinden doğrudan emir aldığı Enver Beyle (Paşa) görüştü. Bu ikili ve başbaşa görüşmenin sonunda İstanbul’un emrinin dinlenmemesi ve bütün bütün Batı Trakya'nın işgal edilmesi kararı çıktı.
İşte bu tarihi görüşme ile Batı Trakya Türk Toplumunun mücadelesine yeni bir dönem başladı. Enver Beyin desteğiyle Batı Trakya'ya bir miktar daha birlik ve subay gönderilmesi sağlandı . Gönderilen yeni takviye personel arasında, sonradan kurulacak Teşkilatı Mahsusa'nın Başkanlığını yapan ve 1nci Dünya Savaş'ında Irak Cephesinde çok önemli görevler üstlenen yapan Süleyman Askeri Bey de bulunuyordu.
Takviye olarak gönderilen seçkin subay ve erlerden oluşan iki bölüğünde gelmesiyle güçlenen Batı Trakya Müfrezesi ileri harekata başlayarak Batı Trakya'da işgal altında bulunan bölgelerin kurtarılmasına devam etti. Bulgar kuvvetleri ile kısa bir çarpışmadan sonra 31 Ağustos 1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913'de İskeçe kurtarıldı. Ferecik ve Sofulu civarında Bulgarlarla şiddetli çarpışmalar yapıldı. Meriç boyları tamamen Bulgarlardan temizlendi. Yunanistan’ın denetiminde bulunan Dedeağaç hariç bütün Batı Trakya milli kuvvetler tarafından kısa sürede kurtarıldı ve kontrol altına alındı.
1 Eylül 1913'de Gümülcine'nin kurtarılmasıyla beraber GARBİ TRAKYA HÜKÜMETİ MUVAKKATESİ ( Batı Trakya Geçici Hükümeti) kuruldu. Reisliğine de Müderris Salih Hoca seçildi. Ayrıca bütün kazalarda da Geçici Hükümet Başkanları atandı. Bu Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi'nin üstünde "Garbi Trakya Hükümeti İcraiyesi" oluşturuldu. Bu heyetin başında da ayni zamanda Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenen Süleyman Askeri Bey bulunmaktaydı. Batı Trakya'nın Bulgarlara karşı emniyetini sağlamak için doğrudan Gnkur. Bşk. Süleyman Askeri Bey'e bağlı cephe komutanlıkları kuruldu. Böylece Batı Trakya'nın bütün yürütme kuvveti Süleyman Askeri Bey'de toplanmış oldu.
Batı Trakya’da İstanbul Hükümetinin bilgisi ve denetimi dışında sürdürülen işgal altındaki bölgelerin kurtarılması ve bölgesel bir hükümetin kurulması, İstanbul'da ve Sofya'da tedirginlik doğurdu. İstanbul Hükümeti nezdinde sürdürülen baskılar giderek arttı. Dış baskılar nedeniyle başlangıçtan beri bu işe olur vermeyen İstanbul Hükümeti Batı Trakya'da bulunan bütün askeri personele yurda dönmeleri için emir verdi. Batı Trakya yöneticileri, “Geri Dön” emrini dinlemediler. Osmanlı Devletiyle ilişkilerini kestiler. Ve Muvakkat Hükümetin adını da " GARBİ TRAKYA MÜSTAKİL HÜKÜMETİ " olarak değiştirerek 12 Eylül 1913'de Batı Trakya'da yeni bir Türk Devletini daha tarih sahnesine çıkardılar.
Süleyman Askeri Bey tarafından 12 Eylül 1913'de Batı Trakya'da kurulan "GARBİ TRAKYA MÜSTAKİL HÜKÜMETİ"ni Yunanlılar memnunlukla karşıladılar. Derhal işbirliği talep ettiler ve askeri yardım vaadinde bulundular. Bölgenin Bulgarların elinden kurtarılmasını kendi menfaâtlerine uygun buldular ve ellerinde bulundurdukları Dedeağaç şehrinin yönetimini 2 Ekim 1913 'de, Batı Trakya Müstakil Hükümeti’ne devrettiler.
Gümülcine yeni devletin başşehri olarak kabul ve ilan edildi. Ay yıldızlı, Yeşil- Beyaz-Siyah renkli özel devlet bayrağı resmi binalara çekildi. Pasaport sistemi oluşturuldu. Posta teşkilatı kuruldu ve pul bastırıldı. Genç Türk Devletinin sesini dışarıya duyurmak için Batı Trakya Ajansı kuruldu. Türkçe ve Fransızca "Independant" adlı bir gazete çıkarılmaya başlandı.
Devletin kuruluşu ile ilgili temel faaliyetler sürdürülürken Batı Trakya topraklarının Bulgaristan’a karşı savunulması için kuzeye yönelik savunma planı hazırlandı. Mevcut askeri birlikler ve milis güçleri hazırlanan bu planlara göre yeni garnizonlara yerleştirildi. İstanbul'dan 3.000 tüfek, 500 sandık tüfek mermisi getirilerek bölgenin savunması güçlendirildi. Yeni hükümet öncelikli olarak milli bütçesini hazırladı. Buna göre 61.000 kişilik bir silahlı kuvveti besleyecek harcama kalemleri bütçeye dahil edildi.
Yeni oluşturulan 30.000 kişilik Silahlı Kuvvetlerin sadece 6000 kadarı Osmanlı Ordusunun personeliydi. 24000 kişisi ise bölge halkından askere alınnan personeldi.
Batı Trakya Müstakil Hükümeti, tarihte eşine ender rastlanan kısa bir süre içinde devlet çarkının dönmesi için gereken bütün organlarını tesis etti. Hatta bizzat Devlet Başkanı Süleyman Askeri Bey tarafından yazılan Milli Marşını dahi yürürlüğe koydu. Ayrıca " Özgür " adını verdikleri Resmi Gazetesini yayınlamaya başladılar.
Bütün iyi niyetli çabalar ve insanüstü gayretlere rağmen Batı Trakya Müstakil Hükümeti'nin siyasi ömrü uzun sürmedi. Bulgarlar kendilerine bırakılan topraklar üzerinde müstakil bir Türk Devletinin kurulmasını kabullenemediler. Başta Rusya olmak üzere diğer büyük devletlere şikayetlerde bulundular. Bunların Osmanlı Devletine baskıları sonucu, yeni devletin bekası tehlikeye düştü.
Rusya, bu devlet söndürülmediği takdirde, Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurdurmak için faaliyete geçeceği yolunda Osmanlı Devletine baskı yaptı. Bu baskıların dozajı giderek arttı.
Sonunda Bulgarlar, Balkan Harbi sonunda çok zayıflayan Silahlı Kuvvetleri ile Batı Trakya'yı alamayacaklarını değerlendirdiklerinden sorunu Osmanlı Devleti ile çözme yoluna gittiler. Osmanlı Devleti ile siyasi yakınlaşma başlattılar. Siyasi ortam oluştuktan sonra anlaşma yoluna gittiler. 29 Eylül 1913'de, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Andlaşma'sında bütün Batı Trakya’nın Bulgaristan’a bırakılmasını kabul eden maddeleri koydurmayı başardılar.
Osmanlı Hükümetinin, İstanbul Andlaşma'sıyla Batı Trakya'yı bırakması, Batı Trakya halkı üzerinde tam bir şok tesiri yarattı. Batı Trakya yöneticileri direnmeye ve yeni devletin devamlılığını sağlamaya kararlıydı. Fakat Batı Trakya Hükümetinin başındakileri ve halkı, Bulgarlara karşı silahlı mukavemetten vazgeçirmek ve teskin etmek üzere, andlaşmanın yapıcılarından olan Miralay Cemal Bey (Bahriye Nazırı Cemal Paşa) Ekim 1913 başlarında, İstanbul'dan Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe'ye gitti. Cemal Paşa’nın israrlı çabaları ile Bulgarlar kan akıtmadan Batı Trakya'yı işgal ederek bölgedeki Türk hakimiyetine son verdiler. Ekim 1913 ortalarında başlayan Bulgar işgali, olaysız olarak 30 Ekim 1913'de sona erdi. Batı Trakya Müstakil Hükümeti de 25 Ekim 1913'de kendini feshetti. Hükümet ileri gelenleri ile subaylar ve birlikler İstanbul'a geri döndüler. Mevcut silah ve cephane, ileride yine Batı Trakya davası için kullanılmak ümidiyle halk tarafından saklandı.
Böylece büyük ümitlerle ve insanüstü gayret ve kahramanlıklarla kurulan bir Türk Devleti daha 55 günlük siyasi bir ömürden sonra tarih sahnesinden çekildi. Bu 55 gün’ün Batı Trakya Türk Toplumu üzerindeki etkisi geçen 90 yıla rağmen hiç sönmemiştir. Süleyman Askeri Bey Batı Trakya Türk Toplumu için hâlâ unutulmaz bir halk kahramanıdır. O günlerin özlemi şiirlerde ve dilden dile dolaşan halk efsanelerinde yaşatılarak günümüze kadar devam etmiştir.
Batı Trakya'nın durumu, 28 Ocak 1920'de son Osmanlı Meclisi Mebusanı tarafından kabul edilen ve Cumhuriyet Hükümetleri tarafından da israrla takip edilen Misakı Milli'de şu şekilde yer almıştır.
"Türkiye sulhüne bırakılan Garbi Trakya vaziyeti hukukiyesinin tespiti de, sekenesinin (oturanlarının), kemâli hürriyetle beyan edecekleri ârâya (oylar) tebaan vaki olmalıdır." Yani bölge toprakların siyasi geleceğinin ancak bölgede yaşayan halkın serbest iradesine göre tesbit edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Fransızların Ekim 1919'da Batı Trakya'yı işgalleri sırasında faaliyetini ve merkezini, İstanbul'dan Gümülcine'ye nakleden Batı Trakya Komitesi; Batı Trakya'nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine Gümülcine'nin kuzeyindeki Hemitli nahiyesine yerleşti ve 27 Mayıs 1920'de, BATI TRAKYA MİLLİ HÜKÜMETİ'ni kurdu. Bu hükümet Yunan işgaline rağmen varlığını Lozan Andlaşma'sına kadar sürdürdü. Halkı teşkilatlandırıp silahlandırdı. Yunanlılara karşı silahlı mücadeleyi aralıksız yürüttü.
Batı Trakya Milli Hükümeti bütün zorluklara rağmen Ankara ile irtibatını hiç kesmedi. TBMM’den aldığı aldığı talimatlara göre hareketini yönlendirdi . Ankara hükümetinin bütçesinden Batı Trakya için tahsisat ayrıldı ve bütün yokluğa rağmen bu tahsisat aksatılmadan gönderildi. Yönetimde iki Bulgar üye bulunuyordu ve Bulgarlar Yunanlılara karşı mücadelede Türklerin yanında yer aldılar. Gerilla taktiği kullanılarak yapılan muharebelerde Anadolu lehine Yunan Kuvvetleri bu bölgeye bağlandı. Ayrıca yapılan gerilla savaşlarında Yunanlılara ciddi kayıplar verdirildi.
Anadolu ile birlikte Batı Trakya'da milli mücadele devam ederken, 25 Nisan 1922'de İstanbul'da, " Garbi Trakya Müdafaai Hukuk Cemiyeti " kuruldu. Bu teşkilâtın amacı; doğuda Meriç, batıda Ustruma, kuzeyde 1912 Balkan Savaşından önceki Türk Bulgar hududu ve güneyde Ege Deniziyle çevrili Batı Trakya topraklarında yaşayan halkın reyine müracaat etmek suretiyle bölgenin siyasi mukadderatının tayin ve tespiti idi.
Bunun gerçekleşmesi için Lozan görüşmeleri öncesinde ve esnasında hem TBMM Hükümeti, hem de Avrupa ülkeleri nezdinde girişimlerde bulundular. Muhtıra gönderdiler, raporlar sundular. Ne yazık ki Türkiye’nin büyük gayretlerine rağmen Lozan’da bölge Yunanistan’a bırakıldı. Fakat Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile Türkiye’de yaşayan Rumlar Lozan maddeleri ile karşılıklı olarak önemli ayrıcalıklar sağladılar.
Lozan Antlaşması ile Batı Trakya'da plebisit yapılması mümkün olmayınca, "Garbi Trakya Müdafaai Hukuk Cemiyeti" faaliyetlerini durdurmadı. Cemiyet, maksadına bir an önce ulaşabilmek için Sovyetlere işbirliği teklif etti. 19 Eylül 1924'de Sovyet Büyükelçiliğine verdikleri bir muhtıra ile; “ Sovyet yardımıyla, Bulgaristan elinde kalan Batı Trakya bölgesinde 15.000 kişilik silahlı kuvvet oluşturmak istediklerini, bunun için mali desteğe ihtiyaçları olduğunu”bildirdiler. Ancak Sovyetlerden müsbet bir cevap alamadılar. Bu şekilde Cemiyetin dış destek ve yardım ümitleri de sönünce Batı Trakya’yı silahla kurtarma düşüncesi de akamete uğramış oldu.
Bugün 180 Türk köyünde ve 58 karma köyde bekalarını devam ettirmeye çalışan Batı Trakya Türkleri, II. Dünya Savaşında Yunan Ordusuna 16.500 asker verdiler ve topraklarını İtalyan ve Alman ordularına karşı savunmak için kahramanca çarpıştılar. Bu çarpışmalarda 5000 kadar batı Trakyalı Türk kardeşimiz hayatını kaybetti.
İkinci Cihan Harbinde önce Alman ve bilahare Bulgar işgali ile birlikte Batı Trakya’da Bulgar vahşetini yeniden yaşayan Türk Toplumu varlığını korumak için adeta ölüm-kalım mücadelesi verdi. Çileleri bununla da bitmedi. Dünya Harbini müteakip başlayan Yunan İç Savaşı esnasında Türkler Kralcıların en güvenilir elemanı olarak görüldüler ve Yunan komünist çetelerine karşı ön planda savaşa sürüldüler. 1946'dan 1949'a kadar Yunan hem Bulgar komünistlerine karşı çarpıştılar. Kayıplar hep devam etti.
Yunan İç Savaşı 1949’da komünistlerin yenilgisi ile bitti. Ama Türklerin savaşı bitmedi. Şimdi de yaşam savaşı başlamıştı. Bu defa da Lozan Antlaşmasının Türk Toplumuna verdiği haklar yine unutuldu. Ve bölgedeki Türkler tekrar ikinci sınıf vatandaş gözüyle görülmeye başlandı. Sonunda aşama aşama bugünkü durumlara getirildiler.
1950'li yıllardan sonra Türkiye'deki siyasal değişime paralel olarak uygulanan yanlış devlet politikaları sonucunda Balkanlardan Türkiye'ye göçler büyük ölçüde devam etmiştir. Balkan göçmenlerini oy deposu olarak gören siyasi partilerimiz ne yazık ki Balkanlardaki Türk kültür varlığının budanmasına ve azalmasına yol açmışlardar.
Balkanlardaki Türk Toplumunun hakları bulundukları ülkeler nezdinde korunacağı yerde, işin kolayına kaçılmış yapılan baskılardan bunalan soydaşlarımıza Türkiye’nin kapıları ardına kadar açılarak ata yadigarı sahip oldukları toprakları yok pahasına ellerinden çıkartarak Türkiye’ye gelmelerine imkan hazırlanmıştır. Bütün bu menfi gelişmelere ve planlı olarak yapılan baskılara rağmen Balkanlardaki Türk varlığının bugün oniki milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Balkan Türkleri arasında demokratik bir Avrupa ülkesinde yaşamalarına rağmen en fazla ezilenlerin başında Batı Trakya Türkleri gelmektedir. Yunanistan, Batı Trakya'daki Türk varlığını, 1950'li yılların başından beri daima inkar etmiştir. Yunan Yönetimleri hangi siyasi parti iktidara gelirse gelsin Türk Toplumu üzerindeki asimilasyon politikalarını aynen sürdürmekte kararlı bir tutum izlemişlerdir. Yunanistan Yönetimleri, Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak bölgede Türk varlığını kabul etmemektedir. “Batı Trakya Türk Toplumu” yerine “Yunanistan Müslümanları” tanımını israrla vurgulayarak bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir kültürü yok farzetmektedir.
50 yıldır sürdürülen bu politika çerçevesinde Yunan mahkemeleri; Türk Öğretmenler Birliği, İskeçe Türk Birliği gibi teşkilatların "Türk" kelimesini kullanmasını yasakladı. 1991 Nisan ayında da Yüksek Mahkeme'nin 1729/1987 sayılı kararıyla isimlerinde "Türk" kelimesi bulunan derneklerin kapatılması onaylandı. 1999'a gelindiğinde Yunanistan Yönetimi ile Batı Trakya Türkleri arasında mücadele ciddi boyutlara vardı. Türk olduklarını açıklayanlar hapsedilerek malları elinden alındı, işten atıldı ve çeşitli bürokratik bahanelerle Yunan vatandaşlığından çıkarıldı.
Avrupa Birliği üyesi ve Avrupa İnsan Haklarının savunucusu rollerini daima vurgulayan Yunan Yönetimi bu konuda Türklere hayat hakkı tanımamakla kendi kendini ve Avrupalı kimliğini de fiilen inkar etmiş olmaktadır. Nitekim isimlerinde 'Türk' bulunan dernekleri yasaklama cüretini gösteren Yunan yönetimi; Batı Trakya Türkleri'nin, Lozan Antlaşması uyarınca müftülerini özgür iradeleriyle seçmelerine engel olmakta da bir sakınca görmemiştir.
Bin yıldır Türk Toplumuna ait bulunan en değerli arazilere, üniversite, okul, hapishane, askeri kışlalar gibi devlet tesisleri kurma ' bahanesiyle hiçbir hak tanımadan el koymaktadır. Ayrıca Türk vakıflarına ait bulunan gayri menkuller ise sudan sebeplerle ve bürokrasi oyunlarıyla adeta yağmalanmaktadır. Aslında Yunanistan Yönetimi bu vahşi ve çağdışı uygulamayı sadece Türk Toplumuna değil, Arnavut ve Makedon kökenli azınlıklara da uygulamaktadır. Kendilerini insanlığın kültür havarileri olarak gören ve bu vasıfları ile Avrupa’nın şımarık çocuğu tavrını sürdüren Yunanlı, sürdürdüğü kaba ve çağdışı ırkçı politika ile dünya insanlığına büyük darbeler indirdiğinin farkında dahi değildir.
Avrupa Parlamentosu tarafından hazırlanan bir rapor ile Yunanistan; mültecilere ve azınlıklara yönelik işkence ve kötü muamele konusunda ciddi şekilde eleştirilmiştir. Hem Avrupalı hem de AB Dönem Başkanlığını yürüten bir ülkenin, Batı Trakya'da yaşayan Türkler'in ' Yunanlı Müslümanlar ', Makedon’ların ise ' Kuzey Yunanistan'a göç etmiş Slavlar ' olduklarını iddia ediyor olması küreselleşen dünya için utanılacak bir durumdur.
Türkiye’deki teröristlere arka çıkan, terör odaklarına destek vermek için İnsan Hakları İhlali gerekçesiyle Türkiye’ye savaş açan Avrupalı dostlarımızın gözleri önünde yaşanan insanlık dramına göz yummalarını anlamak mümkün değildir. Halbuki Yunanistan hukuk sisteminde “bütün azınlıkların kendi dillerinde eğitim yapma ve ibadet edebilme hakları” yer almaktadır. Ancak Yunan yönetimleri, azınlıklara verdikleri bütün hakları, çeşitli baskı metotları uygulayarak ve çoğu zaman kuvvet kullanarak azınlıkların ellerinden almışlardır.
Uygulanan en son asimilasyon örneklerinden biride “ Vatandaşlıktan Çıkarma ” politikasıdır. Vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında, akrabalarını ziyaret etmek veya seyahat amacıyla Yunanistan dışına çıkan kişilerin çoğunluğu teşkil etmesi dikkat çekicidir. Avrupa Birliği üyesi bir ülke vatandaşı olarak çeşitli Avrupa ülkelerine çalışmaya gidenler ile Türkiye’deki akrabalarını ziyarete gelen Türklerin pek çoğu sınır kapılarına geri geldiğinde vatandaşlıktan çıkarıldıkları haberi kendilerine tebliğ edilmiş ve doğup büyüdükleri ata topraklarına sokulmamışlardır. Bu şekilde uygulamaya tabi olanların sayısının 3000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Yunan Yönetiminin asimilasyon politikasına karşı Türk Toplumu büyük bir direnç göstermektedir. Bu direnci kırmak için yeni bir metot uygulanmaya başlamıştır. Bu da; Türk Toplumunu kendi içinde birbirine düşürerek bölmek ve parçalara ayırmaktır. Devlet eliyle Türk Kültür varlıkları yokedilip zayıflatılmaya çalışılırken; Türk, Pomak ve Çingene olarak toplum üç ana kültür grubuna ayrılarak bölünmeğe çalışılmaktadır.
Türk Toplumunu Türk Kültürü’nün yanında ayakta tutan en önemli unsurlardan biride Müslüman olmaları ve bu kültürün sağladığı birleştiricilik vasfına tam anlamıyla sadık kalmalarıdır. Bilindiği gibi Lozan Antlaşması; Batı Trakya Türk Toplumuna kendi Müftülerini özgür iradeleriyle seçme hakkı tanınmıştır. Bu uygulama 1990 yılına kadar devam etmesine ve müftüler Türk Toplumu tarafından seçilmesine rağmen, bu tarihten itibaren alınan bir kararla Türk Toplumunun kendi din adamlarını seçmesi uygulaması kaldırılmıştır. İlk olarak Gümülcine ve İskeçe Müftülüklerine Yunanlı yöneticilerin tayin ettiği ve Türkler tarafından tasvip edilmeyen kişiler getirilmiştir. Lozan bir kere daha delinmiştir.
Bir diğer insanlık dışı uygulama da Batı Trakya Türklerinin ellerindeki topraklara çeşitli bahanelerle el konulmasıdır. Devletin Resmi kayıtlarına göre, Lozan Antlaşması imzalandığı yıllarda Batı Trakya topraklarının yüzde 84'ü Türk Toplumuna aitti. Fakat son elli yılda sürdürülen politikalar sonucunda 2003 Mayıs ayı itibari ile Türkler'in elinde kalan topraklar yüzde 25 civarındadır. Yunan Yönetimi bunu bilinçli ve planlı olarak yapmaktadır. Asırlarca Türkler'e ait bulunan en değerli arazilere; üniversite, hapishane, kışla, okul, hastane gibi devlet daireleri kurma bahanesi ile sahiplerine hiç bir hak tanınmadan ve adeta bedava denilebilecek fiyatlarla zorla el konulmuştur. Bunun yanında Türk Kültür varlıklarının bu topraklardaki bin yıllık geçmişini silecek şekilde Türk Vakıflarının taşınmaz mallarına da el konulmaktadır.Türk Toplumunun yaşadığı bölgenin simgesi durumundaki tarihi camilerin onarılmasına izin vermeyerek, bu eserleri harabe haline getirip çökmeleri beklenirken, bu bölgedeki Türk varlığının delili olan Türk Mezarlıkları park ve yeşil alan yapılacak bahanesi ile birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Türk geçmişi silinmeye çalışılmaktadır.
Yunanlılaştırma politikasının diğer bir hedefini de "eğitim" oluşturmaktadır. Lozan Antlaşması'nın 40 ıncı Maddesi;“Müslüman Türk azınlığa, masrafları kendilerine ait olmak üzere ana dilinde eğitim yapacak öğretim kurumları kurmak hakkını” tanımaktadır. 41 inci Madde ise Yunan Hükümetine; “ Müslümanların çoğunlukta bulundukları bölgelerde ilkokul eğitimi yapacak Türk çocukları için okullar açılmasını” öngörmektedir. Oysa Yunanistan, 1976 ve 1977'de çıkardığı iki kanunla Türk okullarını tamamen kendi kontroluna almıştır. Bu okullara kendi politikası doğrultusunda yetiştirdiği Selanik Pedagoji Akademisi mezunu öğretmenleri atayarak bilinçli bir şekilde Türk Toplumunu Yunanlılaştırma politikası uygulamıştır. Yetişmiş Türk öğretmenleri, özellikle öğretmenlik görevine atamayarak diğer meslek dallarına kaymalarına zemin hazırlamış ve bunları eğitimden uzaklaştırmıştır.
Sonuç olarak; Üye olabilmek için binbir takla atarak kapılarında beklediğimiz Avrupanın gayri medeni ve ortaçağ kafalı devleti Yunanistan; Lozan ile hakları güvence altına alınan Batı Trakya Türkleri'ni asimile etmek için akıl almaz baskılar uygulamaktadır. Bu toprakların bin yılllık sahibi Batı Trakya Türk Toplumu’nun karşı karşıya oldukları problemler; toprak ve arazi gasplarından, seyahat hürriyetinin kısıtlanmasına, tedhiş ve saldırı olaylarına kadar uzamaktadır. Aslında bunların herbiri başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar geniş ve karmaşıktır. 21 inci Yüzyılda demokrasinin beşiği olduğunu savunan ve kendisini Avrupanın Kültür zengini kabul eden bir ülkede yaşananlar tam bir insanlık ayıbıdır. Bu ayıp ne yazık ki kendilerini medeni alem olarak adlandıran Avrupalı dostlarımızın gözleri önünde durmaksızın tekrarlanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti olarak Lozan Antlaşması hükümlerine göre bu soydaşlarımız üzerinde haklarımız vardır. Hukuken gerçekleştirebileceğimiz yaptırımlarımız vardır. Sirtaki Oyunu ve Yunan rakısı dostluğunun artık bir kenara bırakılması ve sorunlara aklıselim ile kesin çözümler bulunması gerekmektedir. Batı Trakya Türk Toplumu’nun sorunları bizim sorunlarımızdır. Yunanistanın iç meselesidir diyerek gözardı etme lüksümüz yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak Balkanlarda Türk varlığının devamını istiyorsak, başlayacağımız yer Batı Trakya olmalıdır. 70 Milyonluk Türkiye’nin 10 Milyonluk Yunanistan’a karşı uygulayabileceği pek çok strateji olduğu unutulmamalıdır.
Dr. Tahir Tamer Kumkale 20 Mayıs 2003 Salı |
|
|