12 ARALIK 2024 ÇARŞAMBA

 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net

İYİ İNSANLARI SAYGI İLE SELAMLIYOR VE SEVGİ İLE KUCAKLIYORUM............

Ana Sayfa
Başlarken
Yazı Arşivi
Yazı Arama
Kitaplarım
Hakkımda


    Kitaplarımdan seçmeler...

Amazon'da kitaplarım






Başbakan Gül ve bakan Tüzmen'in gezileri hata mıydı?
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:

 18 Ocak 2003 Cumartesi 

Başbakan Abdullah Gül’ün muhtemel bir Irak Savaşını önlemek ve barışçı yollardan soruna çözüm bulunmasına destek aramak amacıyla üzere Ortadoğu ülkelerine yaptığı ziyaretler ile Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in Türk İşadamları Grubu ile çıktığı Irak Gezisi Türkiye’de ciddi tartışmalara yol açtı.

Şu sırada bu ziyaretlere gerek var mıydı? Bu girişimler Türkiye için yararlı mı, yoksa zararlı mı oldu? Sorularının cevapları hâlâ tartışılıyor. Başbakan Abdullah Gül’ ün gezileri genellikle “gereksiz ve boş bir çaba” olarak ve “Stratejik müttefikimiz ABD’yi kızdıracak bir girişim” şeklinde değerlendirildi. Gündem belirleyen bazı sorumsuz basın mensubu ( Birkaç köşe yazarının dışında ) Devlet Bakanı Tüzmen ve beraberindeki 350 kişilik Türk İşadamı Grubunun Irak’a yaptıkları geziyi ise “REZALET”, FELAKET” , “DÜNYAYA REZİL OLDUK” başlıklarıyla kamuoyuna yansıttı. Bu şekilde savaş çığırtkanları tarafından yönetimin Barış çabalarına karşı bir organize bir saldırı başlatıldı...

Acaba gerçekten bu geziler gerek zamanlaması ve gerekse içeriği ve sonuçları açısından tam bir rezalet ve felâket miydi? Maalesef, bu soruları bir devlet adamı sıfatı ile değerlendirmesi gereken bazı siyasilerin söylemleri de sorumsuz basınımızdan pek farklı değildi.

Muhalefet CHP; Genel Başkanları Deniz Baykal’ın ağzından Bakan Tüzmen’in IRAK Gezisini " İkinci bir Libya Vakası" olarak nitelendirdi. Baykal; "Türkiye küçük düşürüldü. Kaba davranışa maruz kaldık. Büyük acı duyduk. Böyle bir dönemde Irak’a 320 işadamı ile yapılan ziyareti anlamak mümkün değil. Maalesef hükümetin tüm dış sorunlar karşısında içine girdiği dağınık tablo bu noktaya kadar uzandı" diyerek geziye büyük tepki gösterdi.

DYP lideri Mehmet Ağar geziyle ilgili olarak "Siyasi basiretsizlik" değerlendirmesinde bulunurken; en ağır tepki 9uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den geldi. Son kırk yılın iç ve dış siyasetine damgasını vuran Demirel Bağdat’a yapılan gezi için "Fevkalade yanlış" dedi.

Öncelikle kendi fikrimizi açıklayalım. Bu sayın siyaset büyüklerim bu defa yanılıyorlar. Kanaatime göre; Başbakan GÜL’ün ziyaretleri ve bunlarla koordineli olarak gerçekleştirilen Bakan TÜZMEN’in Irak Ziyareti, gerek zamanlama ve gerekse plânlama açısından son derece iyi düşünülmüş ve uygulanmıştır. Bunlar,Türkiye gibi bölgesinde söz sahibi olacak tek potansiyel güç olan bir ülkeye yakışan ve beklenen girişimlerdir. Burada ilk defa Stratejik ve uzun vadeli bir düşüncenin yürürlüğe konulduğuna şahit olmaktayız.

Türkiye’nin bu bölgedeki politikaları yönetip yönlendirecek ve bölgedeki senaryoları yazacak bir ülke konumunda olduğunu iyi biliyorum. Bunu göstermesi açısından uygulanan politikaların başarılı olacağına inanıyorum ve destekliyorum. Ziyaretlerin icrası esnasında ortaya çıkan bazı olumsuz tablolar ise taktik kayıplardır. Yani bu gezilerin sağlayacağı uzun vadeli stratejik kazanımların değerini etkilemesi mümkün değildir.

Irak’a yapılan gezi, bütün dünyaya verilen önemli bir mesajı içermektedir. Bu mesaj şudur; Irak bizim sınır komşumuzdur. Yarın da öbür günde komşumuz olacaktır. Ülkelerin yönetimleri değişebilir. Fakat halkları ayni yerde kalır. Biz dün bu halkla bin yıl içice yaşadık. Yarında yaşayacağız. Ortak değerlerimiz vardır. Saddam’lar gelir ve giderler. Ama bizim çıkarlarımız komşularımız ile savaşarak değil, karşılıklı ekonomik, sosyal, kültürel ilişkilerin geliştirilmesi ile elde edilir. Bunu göz ardı etmek mümkün değildir.

Efendim. “Avrupa ve ABD’ye rezil olmuşuz.” Hayır,Türkiye burada kendine yakışanı yapmıştır. Kendinden bekleneni yapmıştır. Bu demek değildir ki, biz Saddam Rejimini benimsiyoruz ve destekliyoruz. Hayır desteklemiyoruz. Lâik, sosyal ve demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye’nin böyle bir rejimi desteklemesi mümkün değildir. Ama bölgedeki milli çıkarlarımız çevremizle iyi geçinmekten geçmektedir. Bunu bu şekilde algılamak gerekmektedir.

İşte duruma bu gözle bakıldığında, ve geçen Körfez Harbindeki söz verilerek yerine getirilmeyen destekler yerine, uğradığımız büyük kayıplar dikkate alındığında devletimizin bugün uyguladığı politikanın dengeli ve tutarlı olduğunu söyleyebiliriz.

Atatürk ve İnönü’den sonra kendi milli politikalarını “Başkalarının dümen suyunda sürüklenmek” olarak gören ve sadece “ Kendilerine verilen görevi iyi yaparak birilerine yaranma politikası” güden beyinler ile bu beyinleri yazıları ile alkışlayan içi boş kalemlerin böyle bir tutumu anlamaları beklenemez. Zaten milletimizde beklemiyor.

Çünkü bugün alışılanların dışında bir şeyler oluyor. Türkiye’nin milli gücünün değerini ve etkinliğini bilmeyenlerin, yönünü Avrupa’nın uydu devletçiği haline gelebilmek için belirleyenlerin başka türlü düşünmelerini beklemekte zaten abes ile iştigâldir. Yani boşuna kürek çekmektir.

Şimdi yönetime düşen iki önemli görev vardır. Bunlardan birincisi; kesinlikle aleyhte yazılan ve çizilenlere aldırmadan bölgede barışın sağlanması sorumluluğunun ancak Türkiye tarafından sağlanabileceği gerçeğinin bilinci ile başlattığı Barış Çalışmalarına sonuna kadar devam etmektir. Başlatılan Barış Kampanyası’nın bayraktarlığını yapmaktır. Bu kampanya çerçevesinde bölge ülkeleri nezdinde yapılan temasları süratle ikinci çevre kuşak ülkelerine taşımaktır. Bu ziyaretler sadece Başbakan ve bakanlar düzeyinde kalmamalıdır. Parlamenterlerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız , üniversitelerimiz ve bütün entelektüel beyinlerimiz devreye sokulmalıdır.

İkinci önemli görev ise; Türk Milli menfaâtlerinin bölgedeki siyasi değişikliklere hazırlıksız yakalanarak sekteye uğramasını engellemek için, olabilecek en kötü senaryoları karşılayacak şekilde savaşa hazır bulunmaktır. Bu hazırlıklar dost ve müttefik ülkelerle işbirliği içinde olabileceği gibi, ağırlıklı olarak tamamen bizim kontrol ve denetimimizde ve savaştan doğrudan etkilenecek bölge ülkelerinin de tarafımızdan yönlendirilmesi şeklinde yürütülmelidir. Ancak bu şekilde meydana gelebilecek her türlü olaya doğrudan müdahale ederek hak ve menfaatlerimizi koruma altına almamız mümkün olabilecektir.

Başbakan’ın Suriye - Mısır - Ürdün - Suudi Arabistan - İran Gezilerini "Bölge barışı için aktif diplomasi" olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca bu geziler; geliyorum diyen bir Irak Savaşını ve bunu müteakip meydana gelebilecek bir 3 üncü Dünya Savaşını önlemeyi de amaçlıyor. Türkiye Cumhuriyeti; savaştan doğrudan etkilenecek bölge ülkelerini de yanına aldığı takdirde, dünyayı bir kaosa sürükleyecek sıcak savaş felâketinin önüne geçilebileceğine inanıyor. Böyle bir girişim başlatmakla ve sebep olmakla, “Barışın tesisi için elinden geleni her şeyi yaptığını hem Türk, hem dünya kamuoyuna göstermiş oluyor. Buna rağmen eğer bir savaş çıkarsa, savaş sonu oluşacak tablonun şekillenmesinde kendisinin etkin rol oynayacak bir güç olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca son yıllarda İsrail ile olan yakınlaşması sonucu soğuyan Arap Ülkeleri ve İran ile olan ilişkilerin yeniden kurulmasına da iyi bir ortam hazırlamış oluyor.

Başbakan GÜL’ün üstlendiği BARIŞI SAĞLAMA GÖREVİ; bazılarınca açıkça dile getirildiği gibi " çok umutsuz" veya "boş bir çaba " bir girişim olarak görülebilir. Aslında gerek Saddam’ın ve gerekse Bush’un oluşturulmaya çalışılan ‘Bölgesel Barış Cephesi’nin sesine kulak vereceğine ve bu nedenle savaştan vazgeçeceğine inanmak çok zor. Bu bakımdan bu çalışmaların AB ülkeleri başta olmak üzere bölgede menfaati olan dünya ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesinde yarar görülmektedir.

Özetleyecek olursak; 58nci Hükümet ilk defa Türk dış politikasında uzun yıllardır görülmeyen bir davranış içindedir. Türk dış politikası dinamizm içindedir ve atak bir yapı sergilemektedir. Doğrusu da budur. Bu şekilde muhtemel gelişmeler doğrudan ve ilk elden takip edilir. Beklenilmeyen gelişmelere karşı önceden hazırlıklı olmamız sağlanır. Zamanı ve planlaması iyi yapılmış olan hareketin kösteğe değil, desteğe ihtiyacı vardır.

Kürşat TÜZMEN’in Türk İşadamları ile birlikte gerçekleştirdiği Irak seferi’nin bazı menfi yönleri olmasına karşılık, müsbet yönleri daha fazladır.

Bu gezi ile;
-Türkiye’nin barış istediği ve bu alanda kendisine düşen herşeyi yaptığı mesajı iç ve dış kamuoyuna verilmiştir.
-Ekonomik alanda, 550 milyon dolarlık bağlantıları yapılmış, yeni iş imkanları için irtibatlar sağlanmıştır.
-Saddam ile doğrudan görüşme yapılarak görüşlerimiz ilk elden kendisine aktarılmıştır. Barışı sağlamanın tamamen kendisine bağlı olduğu hususu basın aracılığı ile değil yüz yüze bir kere daha vurgulanmıştır.
-Ayrıca önce bombalayarak ülkeyi yıkmayı, sonra göndereceği müteahhit firmalarla yeniden inşa etmeyi düşünen ülkelere karşı ön alınarak burada bizim de olduğumuz mesajı verilmiştir. Bu husus ülkemiz için önemli bir kazanç olarak değerlendirilmektedir.

Irak Gezisi yapısı itibarıyla ekonomik gibi görülse de dünyaya verdiği mesaj siyasidir. Çünkü Bakan Tüzmen Türkiye’nin Başbakanı adına "son uyarı" niteliğindeki barış mesajını doğrudan Saddam Hüseyin’e vermiş ve ondan da bütün ülkelerin değerlendirmesi gereken önemli cevaplar almıştır.

Sonuç olarak; Savaş olsa ve yönetim değişse bile, yerine gelenler de Iraklılar olacaktır ve Türkiye bu Irak ile daha çok uzun yıllar bu bölgede yaşayacaktır. Türk halkı savaş istememektedir. Irak’ta meydana gelecek olumsuzluklar sadece bölge ülkelerinde değil dünyanın her köşesinde bire bir hissedilecektir.

Bölgedeki enerji kaynaklarının bölüşümü üzerinde yapılacak haksızlıklar belki de bir üçüncü dünya harbinin ateşleyicisi olabilecektir. Bunun şimdiden görülmesi ve açıkça gidildiği görülen sıcak savaşın mutlaka önlenmesi gerekmektedir. İşte bu savaştan en fazla etkilenecek ve galip gelse de yine en fazla zararla çıkacağı gün gibi aşikar olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne çok önemli görevler düşmektedir. Ve Türkiye kendi üzerine düşeni yapma gayreti içerisindedir.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
18 Ocak 2003 Cumartesi

 
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale