Dr. Tahir Tamer Kumkale
tamer@kumkale.net
|
Kitaplarımdan seçmeler... Amazon'da kitaplarım
|
Kopenhag'a rağmen Avrupa sevdamız sürecek mi? |
|
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:
|
Ak Parti yönetiminin başta Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere büyük bir şevk ve baş döndürücü bir hızla sürdürdüğü Kopenhag Zirvesi çalışmaları nihayet bitti. Avrupa yine bildiğini yaptı. Yani kendisine yakışanı yaptı. Asırlardır bilinen tavrını hiç değiştirmeden ortaya koydu. Kibarca ve özetle “ Biz sizi istemiyoruz. Biraz daha çalış, biraz daha bekle. İki yıl sonra durumuna bakarız. Sizi yeniden değerlendiririz. Beğenirsek belki alırız. Şimdilik üstümüze gelmeyin “dediler. Arkasından “Bu Türkiye için muhteşem bir zaferdir” sözleri ile “neden üzüldüğümüzü anlamadıklarını” vurgulamayı da ihmal etmediler.
Konuyu derinliğine incelemeden önce bende vurgulamak istiyorum. “2004 yılı Aralık ayında yapacakları durum değerlendirmesine göre üyeliğimiz ile ilgili müzakerelerin başlayabileceği “kararı her şeyin sonu değildir. Yani bu karar, Türkiye gibi çok yönlü politika üretebilme potansiyeli olan bir ülke için çok ta önemli değildir. Türkiye’nin bugüne kadar AB olmadan da (ve hatta bu ülkelerin her alandaki yıkıcı ve bölücü desteğine rağmen) kendi ayakları üzerinde durduğunu biliyoruz. Yöneticilerimiz tarafından kendi gücümüzün farkına varılır ve aklıselimimizi iyi kullanabilirsek önümüzde bizi en az AB kadar güzel seçeneklerin beklediğini görebiliriz.
Bazılarının dediği gibi “AB’ ye giremez isek ABD’nin yakın desteğini alabiliriz” ifadeleri basit ve vizyonsuz kişilerin safsatalarından öteye geçemez. Gelişmiş Uzakdoğu Ülkeleri, Türk Dünyası, İslâm Ülkeleri, zengin komşularımız, ve nihayet Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Türkiye’nin gücü ve potansiyeli ile liderlik rolü oynayabileceği seçeneklerdir. Yeter ki Fanatik AB hayranlığından ve sevdasından sıyrılalım...
AB bütün sistemleriyle insanlarımızın daha iyi şartlarda yaşamasını temin için yakından örnek alabileceğimiz iyi bir okuldur. Avrupalıların yaşam standartlarını insanlarımıza sağlatmak ise AB ülkeleri yönetiminin değil, Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin görevidir. Kendi çalışmalarımız ve öz kaynaklarımızla kısa sürede o ülkelerin seviyesine çıkacağımız kesindir. Yeter ki, insanımıza güvenelim. Yeter ki, insanımız kendisini yönetenlere güvensin ve inansın... Güzel günlerin hiç de sanıldığı kadar uzakta olmadığı görülecektir.
Son bir aydır Boyalı Medya tarafından yaratılan suni ülke gündemi bir kâbus gibiydi. Milletimizi adeta kayıtsız şartsız AB meselesine kilitlediler. Sanki bizim AB' ye girmemiz, hatta girmemizi görüşmek üzere gün almamız, tüm sorunlarımızı bir anda çözecekti. Sanki AB' nin elinde sihirli bir değnek vardı ve dokunuverecek ülkemize, bir anda her şey düzeliverecekti. Bir anda borçlarımız bitecek, üretimimiz artacak, herkes iş ve aş bulacak, eğitim düzeyimiz yükselecek, sağlık sorunlarımız çözülecek, insan hakları her yerde hemen uygulanacak, işkence ve dayak bitecek, adalet gelecek, refahımız artacaktı...
İşte Avrupalılarla anlaşamadığımız nokta burada. Biz bütün bunları ve daha nicelerini ancak AB' ye girmekle elde edeceğimizi düşünüyoruz. Oysa AB üyeleri bunun tam aksini söylüyorlar. "Siz bütün bu sorunlarını çözün , ondan sonra gelin sizi AB üyesi yapalım” diyorlar. Onlar anlatıyorlar. Biz anlamamakta direniyoruz. Ve mutlaka, hem de hemen AB diyoruz.
Onlarda akıllı davranıyorlar. Bizim bu ısrarcılığımızı çok iyi kullanıyorlar. "Yok olmaz sizi AB' ye almayız" demiyorlar, bunun yerine bizi kendi milli benliğimizden ve kültür değerlerimizden uzaklaştırıp taviz üstüne taviz verdirerek oyalıyorlar. 40 yılı aşkın süredir devam eden bu macera elbet bir gün sona erecek. Belki bir gün AB 'nin bizim için bir iyi bir çıkış yolu olmadığını ve hatta bir darboğaz olduğunu hep birlikte göreceğiz. İnşallah o günler geldiğinde verdiğimiz tavizlerle artık geri, dönülemeyecek bir noktaya varmayız.
3 Kasım 2002 erken seçimlerinin üzerinden henüz bir ay geçti. Bu bir ay içinde Ak Parti Genel Başkanı Tayyip ERDOĞAN Cumhuriyet tarihimizde görülmeyen bir hızla Avrupa Birliği ülkelerinin başkentlerini birkaç kere ve bilahare ABD’yi dolaştı.12 Aralıkta yapılacak Kopenhag Toplantısında Türkiye’nin AB’ ne aday ülke olması için tarih verilmesine yeşil ışık yakılmasını sağlamak maksadıyla AB liderleriyle ve Başkan BUSH ile görüştü.
Cumhurbaşkanımız önceden hazırlanmış program çerçevesinde ağırlıklı olarak Türkiye’nin Avrupalı kimliğinin kabul edilmesi için Avrupa turlarına devam etti. Sivil toplum örgütlerimiz Brüksel başta olmak üzere kendi benzeri olan Avrupalı kuruluşların desteğini sağlamak için kapı kapı dolaştılar destek aradılar. Muhalefet Partisi CHP’de destek faaliyetlerine içerde ve dışarıda büyük bir özveri ile katıldı. Bu arada Avrupalı ve Amerikalı heyetlerin biri gelip biri geldi. Üniversitelerimiz hazırladıkları programlar ile bizim ne kadar çok Avrupalı olduğumuzu ispata çalıştılar.
Cumhuriyet tarihimizin en hızlı dış politika gündemi yaşandı. KIBRIS, KOPENHAG ve IRAK SAVAŞI gibi birbirinden önemli sorunlar, tamamına yakını yeni olan siyasetçilerimizin en acemi oldukları bir zamanda çözüm için ellerine geldi. İşin bir diğer önemli yanı birkaç günlük hükümet ilk icraat olarak DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ adı altında Avrupa Birliğine uyumun daha iyi sağlanması için Uyum Yasaları paketlerini hazırladı ve acele içinde meclisten geçirdi.
Bütün bu faaliyetler ilk bakışta olumlu ve yararlı adımlar olarak görülebilir. Tabii ki çalışacağız. Mutlaka çalışacağız. Ve Hatta daha çok çalışacağız. Ama planlı, programlı, birbiri ile işbirliği içinde, birbirini bütünleyici ve destekleyici şekilde çalışacağız. Devlet işleri devamlılık arz eder. Devlet işlerinde aceleye gerek yoktur. Acele ile birbiri ile koordine edilmeden yapılacak yanlışların sonradan telâfisi mümkün olmaz. Bu bakımdan çok dikkatli olmak gerekmektedir. Ülkemizin önüne daha nice 12 Aralıklar gelecektir . Önümüzde aşmamız gereken daha nice badireler bulunacaktır. Faydalanacağımız nice imkanlar sunulacaktır.
Ben bu son 15 günlük koşuşturmanın yarardan çok zarar getireceğine inanıyordum. Çünkü bu şekilde adetâ yalvarır ve yakarır bir şekilde Avrupalıların karşısına çıkmak binlerce yıllık devlet geleneği bulunan milletin temsilcileri hoş bir görünüm değildir. Bu davranışımız ile Emperyalist Avrupalılar Türkleri bir kere daha dize getirdikleri zannına kapılmışlardır. Çünkü dışarıdan izlenildiği kadarıyla verilen görüntü bu şekildedir.
Hele ABD Başkanı BUSH’ un şu anda hiç bir resmi devlet sıfatı olmayan Sayın Tayyip ERDOĞAN’ı davet etmesi, bir devlet başkanı protokolü ile karşılayıp ağırlamasını Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hükmî şahsiyetine indirilmiş bir darbe olarak değerlendiriyorum. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, başbakanı, seçilmiş bakanları ve memurları vardır. Devletlerarası hukuk kurallarına göre hiç de hoş olmayan bir manzara maalesef ortaya çıkmıştır.
İşte bu gibi hoş olmayan durumların ortaya çıkmaması için 3 Kasım seçimlerini takiben iktidarın yapacağı ilk icraatın partisini tek başına iktidara taşıyan Sayın Erdoğan’ın önündeki hukuki engellerin derhal kaldırılarak doğrudan doğruya Başbakan olarak atanmasını sağlamak olduğunu bu sütunlarda bir kaç kere dile getirmiştim. Fakat geçte olma yapılan anayasa değişiklikleri ve yenilenen Siirt seçimleri ile bu husus gerçekleşme yoluna girmiştir. Milletimiz ülkeyi yönetme sorumluluğunu Sayın Erdoğan’a vermiştir. Doğal olarak hizmet yapabilmesi için yetkilerinde verilmesi gerekmektedir. Şimdi Şubat ayında bu yetki kendisine verilerek daha iyi hizmet yapmasının önündeki engeller kaldırılmış olacaktır.
Kopenhag Zirvesinden çıkan sonuç bizi kesinlikle üzmemelidir. Bilakis bizim çalışmalarımızı hızlandırmamız için itici güç olmalıdır. Bu şekilde milletimiz Avrupa’yı ve Avrupalı zihniyetini bir kere daha yakından tanımak fırsatı bulmuştur. Bu da önemli bir kazançtır. Aslında bizim Avrupa’ya ihtiyacımız yoktur. Eğer gerçekten güçlü olmak ve gerçek bir dünya gücü olarak dünyanın gidişatına yön verecek bir konuma gelmek istiyorlarsa Avrupa’nın bize ihtiyacı vardır.
Gelişen ve güçlenen Uzakdoğu Devletleri, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile her alanda işbirliği içine girebilme gibi alternatiflere sahip, dünyanın coğrafi merkezinde yer alan Türkiye’nin gücü sanıldığından daha büyüktür.
Avrupa Birliğine aday olan ve kabul edilen ülkelerin üyelik süreçleri incelendiğinde Türkiye’ye yapılan tek taraflı ve haksız uygulamaların hiçbirini görmek mümkün değildir. Buna en gerçekçi misâl baştan sona yanlışlarla dolu Gümrük Birliği Uygulaması’ dır. Türkiye’de geçen iktidarlarca muhteşem bir zafer gibi gösterilen GÜMRÜK BİRLİĞİ uygulaması tam bir aldatmaca ve büyük bir fiyaskodur. Ancak sömürge devletler ile onların efendileri arasında yapılabilecek bir anlaşma olan Gümrük Birliği Türk ekonomisini felç etmiştir. Türk insanını fakirleştirmiştir. Bugüne kadar ekonomik alanda elde ettiğimiz kazanımların birer birer ve yok pahasına elimizden çıkmasına neden olmuştur.
Bu büyük yanlışlık ve getirdiği yıkım ortada dururken daha üç gün önce güven oyu almış bir hükümetin kırk yıldır üzerinde çalıştığımız Avrupa Birliği üyeliği ve Kıbrıs Sorunu’na birkaç gün içinde çare bulmasını beklemek zaten yanlıştır. Kopenhag Zirvesi bahane edilerek Kıbrıs’ta kesin çözüm için yapılan dayatmalarda boyun eğilmemesi şimdilik bir başarı olarak görülebilir. Bizim Kıbrıs Rum’una verilecek tavizimiz yoktur. Olmamalıdır. Kıbrıs tarihinde bir gün dahi Yunan’ın ve Rum’un malı olmamıştır. Adanın gerçek sahibi olan Türkler İngilizlerin kirli oyunları ile bir bir adadan kaçırıldıktan sonra yerlerine adalı rumlar doldurulmuştur. Şimdi bunlar sanki gerçek sahipleri imiş Avrupalı dostlarının desteği ile adaya sahip çıkmaktadır. Bu oyuna da gelinmemelidir. 50 yıldır Kıbrıs Türk Toplumu liderliğini yürüten Sayın Denktaş’ ın engin tecrübesi gözardı edilmemelidir.
Kıbrıs Adası mevcut konumu ile Türkiye’nin güvenliği açısından vazgeçilemeyecek kadar önemli bir toprak parçasıdır. Bu bakımdan sorunun sahibi Türkiye ve çözüm yeri de Ankara olmalıdır. Türkiye gibi her alanda potansiyel gücü ve vizyonu olan bir ülkenin Kıbrıs sorununa çözüm için emrivakilerle çözüm üretmesi beklenmemelidir. Türkiye’nin burada plânlı, programlı, itidâl içinde ve sabırla hareketi zorunludur. Bu topraklarda Kıbrıs Rumlarından, Yunanistan’dan, İngiltere’den, ABD’den ve Avrupa Ülkelerinden daha çok hakkımız olduğunu bilerek hareket etmeliyiz.
Şimdi artık Türkiye olarak zirve sonucu meydana çıkan durumu sükunetle karşılamalıyız ve asli işimize dönmeliyiz. İnsanlar aç kalabilir, yorulabilir, çeşitli maddi ve manevi zorluklarla karşılaşabilir. Fakat bütün bu maddi sıkıntıların ortadan kaldırılması çok kolaydır. Geleceğe ait ümitler canlı tutulduğu sürece insanlarımız çok büyük sıkıntılara göğüs gererek sabır ve metanetle daima iyiye, güzele ve doğruya erişmişlerdir. Önemli olan geleceğe ait umutların canlı tutulmasıdır.
Oysa bugün görünen durum ve gelinen yer; "Türk Yönetimlerinin emperyalizme tamamen teslim olduğu ve yabancıların destek ve yardımından başka çaremizin kalmadığı" şeklindedir. Çünkü hesapsızca alınan iç ve dış borçlar ülkemizin mili gelirini aşmıştır. Ödenecek borçların faizlerini dahi bütün vergi gelirlerimiz ile karşılamak mümkün değildir. Borç alarak borç faizi ödemek sarmalına girilmiştir. Üretim durdurulmuştur. Vatandaşlarımız hiç çalışmadan, para ile para kazanmak, yani faizle geçinmek gibi bir batağa sürüklenmiştir. İşsizlik tarihimizde görülmeyen boyutlara ulaşmıştır. Sonunda her alanda dışa bağımlı bir durum meydana getirilmiştir.
Ülkemiz bu duruma kazaen ve birdenbire düşmemiştir. Bilerek, isteyerek planlı, programlı ve zamanlı bir çalışma ile uzun vadede bu duruma düşürülmüştür. Atatürk'ün emrinde ve yönetiminde silah zoru ve şehit kanı ile kaldırdığımız kapûtülasyonlar ile son kuruşuna kadar ödeyerek bir daha gelmeyeceğini umduğumuz Osmanlı Devlet Borçları gibi çok yönlü bir tarihi tecrübeye rağmen gelinen nokta ne yazık ki budur. İstesek te istemesek te bu tablo emperyalizmin Türkiye'ye karşı kesin bir zaferini göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 24 Temmuz 1923 yılında imzaladığı LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI ile egemen bir devlet olduğunu resmen dünyaya tescil ettirmiş, hür ve bağımsız dünya devletleri arasında kendisinin de varolduğunu ilan etmiştir.
Lozan Antlaşması'nın en önemli işlevlerinden birisi de SEVR ANTLAŞMASI ile getirilmek istenen sömürge düzenini yırtıp atmış olmasıdır. Aslında çok az bildiğimiz SEVR Antlaşması’ nın 231'den 268'e kadar olan maddeleri Osmanlı'nın nasıl tamamen esir edileceğini ve her alanda nasıl sömürüleceğini gösteren Mâli ve İktisâdi hükümleri içermektedir. Bu maddelerin aynen kabul ettirilmesi amacıyla Lozan'da çok önemli tartışmalar olmuştur. Türk Heyetine çok baskı yapılmıştır. Lozan Antlaşmasını eleştirenler ve kabul edilen maddeleri eksik bulanlar; bu iki antlaşmanın mâli hükümlerini karşılaştırdıkları zaman Lozan'ın kendisini sömürge gibi gören o zamanın süper güçlerine karşı kazanılan çok önemli bir zafer olduğunu göreceklerdir.
Oysa o zamanın sömürgeci büyük güçlerinin bu şartları kabul ederken akıllarından geçenler ve kendi aralarına anlaştıkları konu aynen şöyle idi. "Evet Türkler askeri ve siyasi büyük bir zafer kazanmışlardır. Fakat ekonomik açıdan tamamen sıfır durumundadırlar. Bütün güçlerini harcamışlardır. Şimdi Ekonomik açıdan her şeye sıfırdan başlayacaklardır. EMEK yoktur. SERMAYE yoktur. BİLGİ yoktur. KREDİ yoktur. İNSANGÜCÜ yoktur. YOL yoktur. OKUL ve ÖĞRETMENİ yoktur. TECRÜBESİ yoktur. Bu yokları, kendiliğinden var etmesi ise hiç bir şekilde mümkün değildir. Bırakalım Türkler hür ve özgür olsunlar . Ama biz onları daima ekonomik açıdan sömürmeye devam edeceğiz. Çünkü ihtiyaç duyacağı her şey bizde var. Her sahada bize muhtaçlar "
Bugün girmeye çalıştığımız. Bizi aralarına kabul etsinler diye karşılarında kırk takla attığımız Avrupalı Sömürgeci dostlarımızın gerçek düşünceleri özetle buydu. Bu konuda tamamen haklı idiler. Çünkü yoktan bir şeyin varolduğu o güne kadar görülmemişti. Fakat onların unuttuğu bir husus vardı. Türklerin iyi ve yetenekli liderler elinde olmazı oldurduğuna tarih sayfaları şahitti.
Nitekim, bütün bu yoklardan tankını, topunu, uçağını çağın teknolojine uygun olarak kendisi yapabilen; parası değerli; tek kuruş borcu olmayan ; tam bağımsızlığını kazanmak için İTHALAT- İHRACAT arasında ülke bazında eşitlik ilkesi koyabilen huzurlu ve istikrarlı bir ülke yaratılmıştır. Bu olağanüstü gelişme asırlar içinde değil, Mustafa Kemâl ATATÜRK' ün Cumhurbaşkanı olduğu 15 yıl içinde kaydedilmiştir.
Atatürk ve arkadaşlarının büyük fedakârlıklarla gerçekleştirdikleri bu özgürlük ve tam bağımsızlık vasfının 79 yıl sonra günümüzde geldiği nokta bu ülkeyi sevenleri son derece üzüyor ve rahatsız ediyor. Enflâsyon kelimesinin bilinmediği bir dönem; bütçe gelirlerinin giderlerine eşit olduğu bir süreç; her ne olursa olsun "siyasi bağımsızlığın mutlak bir ekonomik bağımsızlıktan geçeceği" esası ile hareket edildiği bir dönem; insanların üretime katkıda bulundukları oranda üretimden eşit pay aldıkları muhteşem bir devir; yani unutulmaz ATATÜRK’LÜ GÜNLER bugün çok gerilerde kaldı. O yıllarda Türk Lirası dünyanın en kıymetli paraları ile eşit iken ve bu kıymetli para insanların cebinde iyi bir yatırım aracı olarak bulundurulurken, bugün T.C. Devleti bütçesi dahi dolar ile kıymetlendiriliyor. Sadece 25 yıl önce 10 lira olan 1 ABD Doları, bugün 1.6 Milyon liraya ulaşmış. Bugün artık Devlet Bütçemizi ayni DUYÛN-U UMUMİYE idaresinde olduğu gibi IMF ve Dünya Bankası yetkilileri tanzim ediyor. Yabancı heyetlerin biri gidip biri geliyor. Gelen heyetler ülkemizin tarihi ve turistik güzelliklerini görmeğe değil; akıl vermeye, denetlemeye ve bize hesap sormaya geliyorlar. Atalarımız yüzde yirmi Türk Nüfusa dayanarak bugün topraklarında 40 civarında egemen bayrak dalgalanan 24 milyon Km. karelik bir Cihan Devleti'ni 600 yıl yönetiyor. Sonra bugün en güçlü olmamız gereken bir çağda, ve her alanda yeterli bir potansiyele erişmişken , dün senin emrinde olanlar bugün aynen sömürgelerinde olduğu gibi seni denetlemeye ve yönlendirmeye gelsinler. İşte bunu anlamak ve anlatabilmek mümkün değil...
İşte bizim Avrupa’ya girmeden önce elbirliği ile çözeceğimiz hususlar bunlar. Bu adamlar Hava sahamızı kullanıyorlar haberimiz olmuyor, denizlerimizi kullanıyorlar haberimiz olmuyor. Şimdi büyük bir pişkinlik ve cüretle, Irak ile harp etmek için limanlarımızı, topraklarımızı, ve en sonunda Irak topraklarında Joni’lerin yerine ölmek üzere erkek evlâtlarımızı istiyorlar.
Nato’ya yeni girdiğimiz dönemlerde, yani daha işin acemisi iken ülkemizin en ücra köşelerine yerleşen Amerikan tesislerine o bölgeden sorumlu olan Türk komutanlarını sokmazlardı. Yani kendi topraklarımızda bizi korumak amacıyla kurulan ve bizim emrimizde gibi görülen tesislere Türklerin girmesi yasaktı. Sonra bunları teker teker ülkelerine gönderdik. Ama şimdi görünen o'ki, bunları kapıdan gönderiyorsun ama bacadan geri geliyorlar.
30 yıldır Avrupa'da çalışan vatandaşımıza öz oğlunun tatilini yanında geçirmesi için yaptığı en basit müracaatta dahi, konsolosluk kapılarında köle muamelesi yaparak bin bir müşkülat çıkartan zihniyet; hiçbir tahdide tabi tutulmadan elini kolunu sallayarak sınırımızdan giriyor. Kendi ülkemizde bize rağmen, bizi adeta denetliyor. Akıl veriyor. Kafa tutuyor. Ülkenin temeline dinamit koyanlara gözümüzün içine baka baka arka çıkıyor, onlara destek veriyor, ve bunu hep yapıyor. Bizde elbirliği ile bütün bunlara seyirci kalıyoruz. Ondan sonrada meydanlarda vatan, millet, bayrak nutukları atıyoruz.
İşte bunları çözmeden Avrupa’ya girersek onların gerçek bir esiri oluruz. Bu bakımdan ben şimdi bu halimizle bizi almadılar diye seviniyorum.
Şimdi bizim neden ve nasıl Avrupalı olmak istediğimizin kısa hikayesine değinmek istiyorum. Bilindiği gibi bizim uzun süre askıya aldığımız AB’ ne giriş sürecimiz ABD Başkanı CLİNTON’ un 1999 yılı Kasım ayında AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) İstanbul Toplantısı öncesinde yaptığı çok önemli ve tarihi bir açıklama ile yeniden ivme kazandı.
ABD Başkanı CLİNTON; "Türkiye yeni yüzyıla yön verecek bir ülkedir ve Türkiye'nin her yönden istikrar içinde bulunması gereklidir. " Ayrıca “TÜRKİYE' nin Avrupa Birliği dışında tutulmasının hiç bir ülkeye yararı olmayacağını, Avrupa Birliği adaylığı için Türkiye'ye verdikleri desteğin devam ettiğini" vurgulamıştır.
Başkan Clinton' un uzak görüşlü ve ciddi bir devlet adamına yakışır tarzdaki bu ifadeleri kesinlikle duygusal değildi. Tam anlamıyla gerçekçiydi. Her kelimesi doğruydu ve kelimeler özenle seçilerek söylenmişti. Clinton istemeyerek te olsa tarihi bir gerçeği vurgulamıştı.
Ne yazık ki son yıllarda bizim gerçek değerimizi ve gücümüzün ne olduğunu hep yabancılardan öğreniyoruz. Kendi kendimizi mutlaka bir başkasının teyidi ile kabul ettirmeye çalışıyoruz.
Bilindiği gibi tarih ilmini en çok kullanması gereken kişiler siyasetçiler ve yöneticilerdir. Tarih her alanda yöneticilere fikir ve eylemlerini tanzim etmede en büyük yardımcıdır. Tarihini bilmeyen ve her ne sebeple olursa olsun geçmişini araştırmaktan kaçınan yöneticiler daima milletlerini hüsran ve mağlubiyetle tanıştırmışlardır. Tarihler bunun binlerce örneği ile doludur.
Yine hepimizin bildiği gibi biz Türklerin ataları; Süleyman Paşa komutasında ilk defa sallarla Çanakkale Boğazını aşarak Gelibolu'da Avrupa topraklarına ayak bastılar. Anadolu Türkleri’nin 1300’lü yıllarda bu şekilde başlayan Avrupalı kimliği hiç değişmeden günümüze kadar devam etti. Daima batıya ilerleyen Türklerin ileri harekâtı Avrupa’nın yarısına yakın bir bölümünü egemenliği altına alarak 1700’lerde Viyana önlerinde durdu.
Bundan 1500 yıl öncede Batı Hun İmparatorluğu ve onun efsanevi lideri Attila ile Türkleri yakından tanıyan ve Türk egemenliğine alışık olan Avrupalılar bu defada güneyden gelen Türklerin idaresine girdiler. Türk yönetimi; bölgede 500 yıl süren adalet, güven , huzur, istikrar ve refah' ın bir simgesi oldu. Atalarımız Osmanlılar fiilen Avrupalı idiler. Bizim Avrupalılığımız ise 24 Temmuz 1924 'de Lozan Barış antlaşması ile dünyaca kabul edildi. Atatürk batı medeniyetine ulaşma hedefini gösterirken biz zaten Avrupa’daki topraklarımız ile Avrupa’dan fiilen hiç kopmamıştık.
İkinci Dünya Harbini müteakip Avrupa'nın siyasi coğrafyası tamamen değişti. İkinci büyük ve köklü siyasi değişiklik S.S.C.B.'nin yıkılması ve Sosyalist - Komünist sistemlerin çökmesi üzerine yaşandı. Doğu Avrupa ve Balkanlar 1990'lardan itibaren yeniden şekillendi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 1945'ten itibaren Avrupa Devletlerinin oluşturduğu bütün sistemler içinde ya kurucu üyeler arasında, yada ilk giren ülkeler içinde yer aldı. Bugüne kadar görev aldığı bu kuruluşlarda kendisine verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya gayret gösterdi ve gerçek bir Avrupalı olduğunu pek çok kez kanıtladı. Türkiye'nin dahil olduğu bu teşekküllerin bir kısmı şunlardır.
* KAİK : KUZEY ATLANTİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ * KEİB : KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI * NATO : KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI TEŞKİLATI * BAB : BATI AVRUPA BİRLİĞİ * AK : AVRUPA KONSEYİ * AG : AVRUPA GRUBU * BAPG : BAĞIMSIZ AVRUPA PROĞRAM GRUBU * AGİT : AVRUPA GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI * EFTA : AVRUPA TİCARET BİRLİĞİ * AT-AB : AVRUPA TOPLULUĞU - AVRUPA BİRLİĞİ
Yukarıda sayılan teşkilatlardan AVRUPA BİRLİĞİ ile olan ilişkilerimiz bu yazımızın ana konusunu teşkil ediyor. Bu teşkilatı biraz daha iyi tanıyalım.
AVRUPA BİRLİĞİ: 25 Mart 1957 tarihinde 2 nci Dünya Harbi sonrasında Avrupa'nın yaralarının sarılması ve güçlendirilmesi, gelecekte bir " Avrupa Birleşik Devletleri" ne dönüştürülebilmesi için; Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda, İspanya, İtalya, İsveç, Luksemburg, Hollanda, İngiltere ve Yunanistan 'ın üye olduğu ülkeler arasında kurulmuş bir teşkilattır. Başlangıçta Avrupa Ekonomik Topluluğu olan ismi, 7 Şubat 1992'den itibaren Maastriht Anlaşması ile Avrupa Birliği olmuştur.
Amaçları: Gümrük Birliğine dayalı bir ekonomik birleşme sağlamak, mal, işgücü, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımını temin etmek, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi ve ticaret politikası uygulamak, ortak bir para sistemine girmek, siyasi ve askeri alanda entegrasyona ulaşmaktır.
Türkiye; Avrupa Topluluğu ile 12 EYLÜL 1963 tarihinde Ankara’da ortaklık anlaşması imzalamıştır. Toplam süresi 20 yıl olan HAZIRLIK, GEÇİŞ ve SON olmak üzere üç dönemi müteakip Türkiye’nin tam üye olması gerekiyordu. Ancak 1973' te hazırlık döneminin bitmesine rağmen, Türkiye-AT arasında gümrük ve ekonomik politikalar arasında uyum sağlanamamış ve üyelik geciktirilmiştir. Türkiye Sayın ÖZAL döneminde; 1987 de yeniden tam üyelik için başvurmuştur.
Üyeliğin geciktirilmesinde; Yunanistan'ın veto etmesi faktörü olduğu kadar, İnsan haklarının ihlâli, Kıbrıs sorunu, ekonomik kalkınma hızının düşüklüğü, yüksek enflâsyon, hızlı nüfus artışı, Türk işgücü potansiyelinin ve genç nüfusun fazlalığının Avrupa'yı tehdit etmesi gibi gerekçeler gösterilerek üye değil ADAY ADAYI dahi olamadık.
İstanbul’da Kasım 1999' da 54 ülkenin katılımıyla yapılan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) toplantısında Türkiye’nin Aday Adaylığı adeta gayri resmi olarak belirlendi. Aralık 1999'da yapılan Helsinki Zirvesinde Avrupa Topluluğuna önümüzdeki yıllarda katılması düşünülen 12 yeni ülkeden sonra Türkiye'nin de resmen Aday Adayı olduğu ilan edildi. Bu şekilde tam üyelik ve entegrasyon için çalışmalara başlandı.
Aday Adaylığı konusu basın ve yayın organlarımızda çok abartıldı. Çok büyük işler başarılmış gibi büyütüldü.
Oysa biz zaten Avrupalıyız. Avrupa’nın her alanında biz varız. Topluluk içinde olmasak bile topluluk üyesi ülkelerle her türlü ortak ilişkilerimizi her alanda zaten sürdürüyoruz. Bu topluluğa tam üye olduğumuzda da bugünkünden çok fazla bir değişiklik beklememek gerekir. Bu bize lütfedilen bir hak değildi . Olayların tabii sonucu idi.
Ben şahsen 600 000 nüfuslu Kıbrıs Rum Kesimi, Estonya, Letonya gibi ülkelerle bizi eşit ve bir bakıma onların gerisinde gören Avrupalı zihniyetinin bize kazandıracağı fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum. Fakat yeni bir kavram olarak sunulan Avrupalı Kimliği kazanmanın siyasi, sosyal ve kültürel hayatımıza şimdiden büyük ölçüde egemen olduğunu söyleyebiliriz.
Bizim kimseye verilecek tavizimiz yoktur. Olmamalıdır. Bizim coğrafyamızda bulunan , yeterli potansiyele sahip, imparatorluk tecrübesi olan bir milletin hiç bir desteğe ihtiyacı yoktur. Bizimle dost ve bir arada olmak isteyen ülke ve kuruluşlar hep bizden taviz istiyorlar, hakları olmadığı halde hep bizden hesap soruyorlar. Oysa ortada görülen gerçek TÜRKİYE'NİN AVRUPASIZ OLABİLECEĞİ, FAKAT AVRUPA'NIN TÜRKİYESİZ OLAMAYACAĞI' dır.
S.S.C.B.'in dağılmasından sonra kurulan Türk Cumhuriyetleri dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahipler. Türkiye sınırından, Japon Denizine kadar uzanan ve Türkistan olarak adlandırabileceğimiz büyük ticari alan; Avrupa' ya ancak Türkiye üzerinden açılabilir. Avrupa ise bu alana ancak Türkiye üzerinden girebilir.
Benim kanaatime göre " TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ; AVRUPAYI DÜNYANIN BU EN ZENGİN BÖLGELERİNE VE EN KALABALIK PAZARINA BAĞLAYACAKTIR " İşte Clinton' ın bahsettiği Türkiye’nin önemi; bu kilit ülke olma durumundandır. Başkan Bush’ un Sayın Erdoğan’ı zirve öncesinde apar topar ABD’ye davet etmesinin sebebi de budur. ABD’nin başta Başkan BUSH olmak üzere bütün devlet kademeleri, ile AB ülkeleri yönetimleri üzerinde Türkiye lehinde baskı kurmalarının sebeplerinden biri IRAK için destek ise bir diğeri de Türkiye’nin bu stratejik önemidir.
Türkiye bir Slovenya, bir Malta değildir. Bu devletler AB potasında erimeye mahkumdur. Oysa Türkiye bu potayı kendine göre şekillendirecek gücü sahiptir. Avrupalı işte bunun farkındadır. Bu yüzden Türkiye rolünü iyi oynamalıdır. Elindeki kozları iyi kullanmalıdır. Bizi biz yapan milli değerlerimizden ve binlerce yıllık Türk kültür değerlerimizden asla taviz verilmemelidir. Avrupalının ekonomik ve teknolojik seviyesine ulaşmaya EVET. Fakat Avrupa’nın hıristiyan kültürü ile yaşama heves ve gayretlerine ise şiddetle HAYIR dememiz gerekiyor.
Avrupalının bu son davranışı bize örnek olmalıdır. Ayrıca Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı olaylardan da örnekler almamız gerekmektedir. Bildiğimiz gibi Avusturya’da halkın oyları ile seçimleri kazanan ırkçı ve faşist bir partinin koalisyon hükümetinde yer alması, bütün Avrupa devletlerinin çok şiddetli protestolarına sebep oldu. Sonunda hükümete giren parti lideri şiddetli baskılar sonucu istifa etmek durumunda kaldı. Bugün dahi devam eden son derece çirkin tutum ve davranışlar çok iyi izlenmelidir. KENDİ KÜLTÜRLERİNE BUNU YAPANLARIN BİZE NE YAPABİLECEKLERİ hususu iyice irdelenmelidir.
Sonuç olarak; Biz devlet ve millet olarak 1500 yıldır Avrupalıyız. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Tarih ve coğrafyanın inkarı olur. Buna rağmen bizim tam anlamı ile içinde yer almadığımız tek Avrupa Kuruluşu olan AVRUPA BİRLİĞİ' ne kesinlikle bizi kabul etmeyeceklerini biliyorum ve buna kesinlikle inanıyorum. 2004 yılı Aralık ayında yapmamız için önümüze bir yığın engeller yığacaklarını da biliyorum. Bununla birlikte buraya alınmamakla çok önemli bir kaybımızın olmayacağına da inanıyorum.
Şimdi yapılması gereken en önemli iş; yöneticilerimizin kafalarını önlerinden kaldırarak artık ileriyi görmeye çalışmak olmalıdır. Avrupa Birliği üyeliğini fazla abartmadan ve milli değerlerimizden hiç taviz vermeden, sahip olduğumuz kilit rolleri unutmadan karşılıklı işbirliği esaslarına uygun bir entegrasyona gidilmelidir. Bana göre; Türk Kimliği; AVRUPALI KİMLİĞİNDEN BÜYÜKTÜR VE DAİMA BİR ADIM ÖNDEDİR. - Cebimize biraz daha fazla para girecek gerekçesiyle taviz verdiğimiz ve yok olmasına yardımcı olduğumuz bizi binlerce yıllık geçmişten günümüze taşıyan Türk Kültür değerlerimizde sahip çıkalım. - Bizi 21inci yüzyılın lider ülkesi yapacak yeni hedef ve stratejiler belirleyelim. Bütün gücümüz ve heyecanımızla bu yeni hedefe kilitlenelim. - 1963 yılında bu gerçeği görebilse idik boş vaatlerle geçirilen bu 39 yılda nelere sahip olabilirdik bunları düşünelim ." Zararın neresinden dönülürse kardır" atasözünü kendimize şiar edinelim. - Çok kısa sürede her alanda çok daha iyi yerlere geleceğimize inanalım.
Anayasamızda yer alan Atatürk Milliyetçiliği ; yakalara göstermelik Atatürk rozeti takıp meydanlarda "Atam seni çok seviyoruz. Daima İzindeyiz." diye nutuk atmak değildir.
Atatürk Milliyetçiliği; Atatürk Türkiye’sinin varlığına, bütünlüğüne, birlik ve beraberliğine, manevi değerlerine, gelenek ve göreneklerine, ve O' nun yıktığı sömürge zihniyetine karşı çıkmaktır.
Türkiye büyük ülkedir. Güçlü ülkedir. Bölgesinde ve çevresinde lider ülkedir. Türk Milleti ise binlerce yıllık Türk Kültürü ile mücehhez büyük bir millettir. 12 Aralık’ ta Türkiye’nin gururu kırılmıştır. Milletimiz incinmiştir. Biz milletçe ve devletçe ülkemizde yaşanan bu çirkin manzaraları hak etmiyoruz. Tarihimiz diğer milletler ve kültürlerle çok iyi diyaloglar ve işbirliği içinde binlerce yıl bir arada yaşayabildiğimizi göstermektedir. Bize Avrupada olmak değil, Avrupalı kafasına sahip olmak yakışır. Aslında biz milletçe 1500 yıldır bu kafaya sahibiz. İyi yönetimler elinde milletimizin çok güzel şeyleri yapabileceğimize tarih şahittir.
Türk Milleti 3 Kasım’ da önemli bir karar verdi. Kooalisyon hükümetleri ile dertlerine çare bulunmadığını gördü. Ak Parti’ yi tek başına iktidar yaptı. Eline kullanabileceği 363 milletvekillik büyük bir güç verdi. Çalışmalarına engel olabilecek her türlü muhalefeti ortadan kaldırdı. Şimdi sıra milletten icâzet alan yeni yöneticilerinde.
Buradan yeni yöneticilerimize vurgulamak istediğim bir kaç husus var. Bilindiği gibi Siyaset; Devlet işlerini yönetme ve yönlendirme sanatıdır. Siyasetçiler ise; ülkenin bütün milli güç unsurlarını kullanarak ülkeyi yönetir ve milletini belirlediği milli hedefler doğrultusunda yönlendirir.
İyi ve istikrarlı bir yönetim, önce kendi halkının güvenini kazanır ve hizmetleriyle içeride güçlü olmamızı sağlar. Milletin birlik ve beraberliği ile bütünleşen içerideki güç ve istikrar misli ile dışarıya, yani Dışişleri Bakanlığı kanalıyla ve diplomatlarımız vasıtasıyla sürdürdüğümüz dış politikamıza yansır. Eğer içeride kuvvetli değilseniz dışarıda güçlü olmanız asla mümkün değildir. Sizi güçlü kılacak Avrupalı ve ABD’ li dostlarımız (!) değildir. Sizin gücünüz milletin desteğinin devamlılığından hayat bulmaktadır.
Sayın Yöneticilerimiz; Şimdi size düşen öncelikli görev süratle içeriyi düzeltmektir. Ancak bunu başardığınız takdirde emperyalizmin pençesinden ülkemizi kurtarabilirsiniz.
Peki bunu başarmanız mümkün mü? Pekalâ mümkündür. Çünkü önünüzde Atatürk ve Birinci TBMM gibi başarılı bir örnek vardır. Millet görevini yaptı. Size istediğinizden çok daha fazlasını verdi... Şimdi sabırla ve dikkatle başarılı olmanızı gözlüyor...
Dr. Tahir Tamer Kumkale 16 Aralık 2002 Pazartesi |
|
|