Dr. Tahir Tamer Kumkale
tamer@kumkale.net
|
Kitaplarımdan seçmeler... Amazon'da kitaplarım
|
Bir Türkiye trajedisi: Başörtüsü (Burhan Metin) |
|
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:
|
Başarılı İnternet Gazetesi DERİN ANADOLU yazarlarından Burhan METİN Bey ülkemizin önemli ve duyarlı konularından biri olan BAŞÖRTÜSÜ'nü Türk Toplumunun temel dinamiklerini iyi tanıyan bir sosyolog titizliği ile incelemiş. Fikirlerini büyük bir açıklıkla ve cesurca ortaya koyan yazarı kutluyorum.
Yöneticilerimizin bu duyarlı konunun çözümünde; toplumsal barışın sağlanması açısından birilerini suçlayarak değil, bilimsel bir anlayışla bakmalarının gerekliliğine inanıyorum. Bu konunun her plâtformda tartışılmasıyla doğru yolun bulunabileceği kanâatini taşıyorum.
11 Mart 2002 tarihli yazıyı İyi İnsanların istifadesine sunmak için aynen yayınlıyorum. -------------------------
Başörtüsü sorunu içinden çıkılmaz hale geldi. Yasağın uygulama alanı İlahiyât Fakülteleri ve İmam-Hatip liselerine kadar genişletildi. Çok sayıda başörtülü öğrenci yasak nedeniyle eğitim hayatını yarıda bıraktı. Evi ve ailesi ile sınırlı bir hayata mahkum edildi. Çoğu küçük yaşında okullarının kapısında şiddet ve baskı ile tanıştı. Vatandaşı olduğu devlet tarafından aşağılandı, onuru zedelendi.
Başörtüsü tam da tipik denecek bir Türkiye sorunu aslında. Sorun kompleks bir mahiyete sahip ve Türkiye’nin yüzleşemediği, yüzleşemediği için de aşamadığı çok sayıda sorun noktasının iç içe geçtiği tam bir problematik alan.
Hayattan kovulanlar Resmi söylem bunca yıldır muhafazakar kitleleri kızlarını okula göndermemekle suçladı. Dindar kitlenin kadınlarını ve kızlarını dış dünyadan uzak tutma korkusu karikatürize edildi. Suçlamalar yanlış sayılmazdı, çünkü dindar-muhafazakar aileler kızlarını okula göndermeye pek yanaşmazlardı. Bu, gerçeğinde kadınlara karşı ayrımcılıktı. Dindar-muhafazakar kitlenin anlayıp aşamadığı kadın sorunu yok sayma ya da bastırma dönük kaba bir eğilimiydi. Temelinde dindar-muhafazakar erkek tipinin kendi cinsellik algısındaki çarpılmanın sonucu sayılmalıydı. Ki bu çarpılma çok sonra kabak çiçeği gibi de açılmıştı. Dindar-muhafazakar erkek, kadını yok saymakla kendi erkeklik durumu hakkında düşünme becerisinden yoksun kalmışlığını da ortaya sermekteydi.
İlk kez 80’li yıllarda kızlar başörtü takarak üniversitelerde okumaya başladılar. Başörtülü öğrencilerin sayıları gün geçtikçe arttı. Moda ifadesiyle kamusal alanda ciddi oranda bir görünürlük kazandılar. Kendisine dindar diyenler için de, Türkiye için de özgün bir kadın dinamiği harekete geçmişti. Başörtülü, kentli ve hızla bireyselleşen kadın modernleşmekteydi. Yaşamın yeniden üretilmesine ve yaşam süreçlerine katılıyordu. Kadınlar üzerinden yürüyecek yeni süreç Türkiye’deki müesses dindarlık, din algısı ve muhafazakar kesimleri, içine kapanarak gericileşen geleneksel yapıları içinden çatlatacak meydan okumaydı. Ama süreç kendi mantıksal sonuçlarını yaratamadan devlet tarafından tehdit olarak algılandı ve budandı. Cumhuriyetçi olduğunu zanneden başka bir gerici kanat zor yoluyla kadın özgürleşmesinin seksenlerdeki en gür damarını kesip attı. Başörtülü kızlar hayattan geri kovuldular. Kovuldukları yer ise, ancak kadının kullaşmasıyla ayakta kalan koca eviydi. Ama Cumhuriyet, kulluktan vatandaşlığa geçişti. Cumhuriyet, modernleşme, kentleşme ve bireyleşmeydi.
Biçim bir kez daha öze galip geldi. Biçimler üzerinde yürüyen ilâhların iktidar kavgasında Cumhuriyetin özüne, gerçek Cumhuriyetçiliğe ihanet edildi. Bez parçasıyla sınırları çizilmiş sahte, kaypak ve tüketici bir savaş meydanı kuruldu. Savaşın tek kaybedenleri, başörtülü kızlar. Doğrusu dinci-muhafazakar erkek taifesi de sürekli kızgınlık sergilese de kızlarının devlet zoruyla hayattan kovulmasından pek de rahatsızlık duymadı. Onlar da kızlarının "öyle ortada olmasından" zaten rahatsızlık içindeydiler. Devlet, bu bilinç altı rahatsızlıktan onları kurtardı. Türk modernleşmesinin önündeki biçimci dinci ve cumhuriyetçi gericilik başörtüsü ve kadın sorunu üzerinde sırt sırta verdiler.
Başörtüsü güzel ahlâk mıdır? Başörtüsü askıya alınamaz ertelenemez bir dini emirdi ve ihlâli halinde günaha girilirdi. Başörtüsünün dini bir emir olup olmadığını tartışmayacağız kuşkusuz.
Birinci nokta, dinin maksadı neydi ve kişi, dindar olmakla neyi elde etmiş olacak/ olmalı idi? Eğer din, insanın bireysel ve toplumsal yücelmesinde bir kılavuz ve ahlâk ve erdemin yükselmesinde bir yöntem ise, başörtüsü ya da herhangi bir giyim şekli din ve dindarlık ile varılacak menzile ulaşmada ne denli öncelik taşımakta idi?
Mesele görünmek mi, yoksa olmak mı meselesi idi ve bu bağlamda başörtüsü ne tür bir yer işgal etmekteydi? Başörtüsü meselesinde "görüntü", "oluş" halinin önüne geçti. Görüntü ve çehre, iyi ahlak ve erdemin doğrudan ve birebir belirtisi ve hatta "garantisi" sayıldı. Oysa yine tersinden başlanmıştı.
Önce bir hal, ruh ve töz geliştirilmeden, iyi ahlak ve erdem sağlanmadan, bunların belirtisi sayılan biçim yaygınlaştırılarak tuzağa bir kez daha düşülmüştü. Mesele tersinden başladığından başörtüsü de ahlâki olgunluğun karinesi sayılmaktan çoktan çıktı.
Dine dayalı öncelikler ters yüz edilerek Türkiye yanlış, zararlı ve tüketen bir çatışma sürecinin daha içine itildi. Başörtüsü gündemiyle Türkiye insani ve toplumsal düzlemde hayra vesile olan yeni bir düzleme ulaşmadı, aksine yeni kilitlenme ve bunaltıların eşiğine getirildi.
Başörtüsünün politik kullanımı: Başörtüsü, onu takan kızlar açısından yaygın olarak politik bir anlam taşımadı. Ancak başörtüsü, "dinci politik baronlar"ın gözünde elverişli bir siyasal kullanım malzemesiydi. Dinci politik hareket, tez ya da proje siyaseti olmadığından krizlerin, yoksunlukların ve eksik kalmış yanların sömürülmesinden güç ve hız kazanmıştır. Bu anlamda başörtüsü çok verimli ve etkili bir kullanım malzemesidir. Bir kere başörtüsü vazgeçilmez ve ertelenemez bir dini görevdir ve yerine getirilmediği taktirde günaha girilir; günah işlemenin bedeli ise cehennemde yanmaktır.
Başörtülü kızlar öyle bir kulvarda yürür hale getirilmişlerdir ki, durum hakkında düşünmek bile din dışı kalmak tehlikesi ile sarılıdır. İç dünyada büyük ve derin sarsıntılar yaşamadan yaşanan sorunun sağlıklı çözümlemesi zihniyet düzeyinde bile yapılamaz haldedir. Dini koşullanmalar, çok kez en katı koşullanmalardır ve psikiyatrik bir çözümlemeye konu olurlar.
Başörtüsü örneğinde üstelik sadece dini güdü değil, cinsi güdü de pekiştirici bir rol oynamaktadır. Başörtüsü yoluyla namus korunmaktadır. Aileler bakımından gerçekte başörtüsünün dini yanı "namusu koruma" işlevinin yanında ikinci planda kalır. İnsan iç güdüsünün inanma ve cinsellik gibi iki güçlü dinamiğinden beslenen bir alan hakkında düşünülmez, tartışılmaz ve hatta konuşulmaz; ancak savaşılır. Nitekim böyle de olmuştur. Düşünme ve davranma refleksleriyle özde birbirinin aynı olan kesimler kutsal mevzilerini savunmak için kıyasıya bir savaşa tutuşmuştur.
Dinci politik baronlar, pek çoğunun özel yaşamında pek de önemli olmayan başörtüsü meselesini kendi tükenişlerini geciktirecek politik bir Anka kuşu olarak tasarlamışlardır. Başörtüsü etrafında oluşan dindar-muhafazakar tepkiyi arkalarına alarak ayakta kalmaya çalışmışlardır.
Merve Kavakçı örneğinde öne sürülen, başörtüsünün bizatihi savunulması değil, başörtüsü üstünden çıkartılacak siyasal krizin siyasal bir gıda olarak kullanılmasıdır. Başörtüsü sorunu sadece hayatlarının baharında bir avuç kız ve onların ailelerine kalmış ve başörtüsü dahil dini temaları öne sürerek siyaset ve ticarette post edinmiş kişi ve grupların sayısının bunca çok olmasının meydana getirdiği çelişik fotoğraf üzerine düşünülmelidir. Başörtüsü'nün dinci politik baronlarca kullanılması, sistem içindeki gerici kesimin lâflarını rahatça söylemesinin ve baskılarına kolayca devam edebilmesinin de gerekçesi olmuştur. İki tarafta üzüm yemeye değil, bağcıyı dövmeye niyetli olduklarından, bu kavgada yaşamsal zararı başörtülü kızlar görmüştür ve görmeye de devam etmektedir.
28 Şubat’ta kızların üzerine hoyratça gidilirken dinci baronların rant ve talan düzeneklerine dokunulmaması ilginçtir. Üstelik aynı süreçte bayrak, ezan ve din gibi kutsal değerleri kullanıp palazlanan dinci gericiliğin yandan desteklenmesinin izahı hiç mümkün değildir.
Dar gelirli, orta halli mazbut aile kızları okul önlerinde hırpalanırken, din üzerinden alıp başını gitmiş ticari ve siyasi talan düzenekleri hala ayakta ve işlemeye devam etmektedir. Din adına yıkıcı olan bir şey varsa anlamadıkları bir sürecin kurbanı olan bu kızlar ve onların başörtüsü değil, din-iman kisvesi ile bu milletin en kıymetli varlığı diyanetinin ve ahlâkının çökertilmesidir. Bu millet, bağlanacak hiçbir değerinin kalmadığı bir boşluğun içine sürüklenmek üzeredir, hatta sürüklenmiştir.
Dinciler, dini hissiyatın üzerine de tüy dikmişlerdir. O tehdit her ne ise; bu tehdidi ortadan kaldıracağım diye ortaya çıkan taife de dinci tehdidin somut varlığını ve rant ilişkilerini değil, Anadolu çocuklarını hırpalamıştır.Eğitimin özelleşmesiyle mobilizasyon fırsatlarını yitiren Anadolu çocukları, bu kez başka bir gerekçeyle sosyal gerilemeye maruz kalmaktadırlar. Güvenip destek verdikleri dincilerin yalancı ve hırsız çıkıp umutlarını çalmasının hüsranı bir yana bir de işlemedikleri hatalar gerekçesiyle dayak yemenin bitkinliği içindeler.
Sınıf merceğinden başörtüsü: Başörtüsü sorununun bir de sınıfsal bir yanı vardır. Her meselede olduğu gibi başörtüsü bağlamında da faturayı yine Anadolu çocukları ödemektedir. Kamusal ranta ve bu çerçevede kamusal talana erişmekle lümpen bir dinci burjuvazi türemiştir. Kamusal talandan beslenip geliştiği (aslında şişti demeli) için bu yeni dinci lümpen burjuvazi korkak, tüketimci ve sahiplendiğini öne sürdüğü inancına karşı bile hile içindedir. Başörtüsü konusunda savunduğu şeriata karşı da hile yapmıştır. Zenginliğini kaybetmenin endişesiyle hiçbir muhalefet yapacak gücü kendinde bulamaz, ama öte yandan varlığı ile çelişik olmaktan da bir şekilde kurtulmalıdır. Bunun en kolay yolu başörtülü kızlardan bir kaçını yurt dışına öğrenime yollamaktır. Göstermelik olarak yollanan birkaç kızdan kendilerine karşı büyük bir şükran hissi taşıması da beklenir. İhsan edilmiş bu kızlar en az masraflı okullara gider. Ama kendi başörtülü kızları en pahalı okullarda ve bol harçlıkla okumaya yine yurt dışına giderler. Kısa süre sonra bu lümpenlerin paraları ne hikmetse azalır ve yurt dışına gönderilen yabancı kızların bursları da verilemez. Ama bu arada kendi kızlarının halinde en küçük bir değişme söz konusu değildir.
Dar gelir grubunun kızlarının çoğu zaten kendi yoksullukları ile baş başadır. İnanmak her ne ise inandıkları şeyi yaşamlarının ortasına çökmüş ağır bir yoksulluk olarak yaşamaya devam ederler.
Dinci lümpenlik başörtüsü yasağına doğrudan ve açıkça karşı da çıkamaz. Başörtülü kızlara karşı en büyük ve onur kırıcı ayrımcılık bu dinci lümpenlerin televizyonlarında, holdinglerinde ve iş ortamlarında yapılmıştır. Başörtüsüne karşı çıkanlar doğru veya yanlış bir gerekçe öne sürmektedir. Fakat dinci lümpenliğin başörtüsü hakkında sergilediği tavır iki yüzlü ve iğretidir.
Bugün gelinen noktada dinci siyasallığın, herhangi bir değeri savunmak ya da yüceltmek gibi bir kaygıyı taşımadığı, sadece talana geç kalmış çevresel bir güruhun ranta ulaşma hırsının neticesinde harekete geçtiği anlaşılmıştır.
Her türlü soruna rağmen dinci baronlar hayatlarından memnundur, çünkü şimdilik geçimleri yerindedir. Ayrıca başörtüsünü bir insan hakları meselesi olarak Avrupa’nın ve hür dünyanın kucağına atmışlar ise sorumluluktan da kurtulmuşlardır. Nasılsa Kopenhag Kriterleri var ve bu kriterler herkes gibi başörtülüleri de kurtaracaktır. Bu millete son hediyeleri sen bir hiçsin, ancak gavura teslim olursan kurtulursun demek gibi nahoşluk. Oysa bu müslüman ve yüce milleti gavurun elinden kurtarmak için yola çıkmışlardı (!). ne diyelim: nice hain kahraman, nice kahraman da hain oldu bu yolda...
Başörtüsü simge olursa ne olur? Devleti halkıyla kavga ettirmede son derece becerikli olan güçlü bir çevre başörtüsünün bir simge olduğu üzerinde ısrar edegeldi. Örtüyü takanların bu örtüyü nasıl algıladıklarına hiç bakılmadı. Diyelim ki başörtüsü bir siyasal simge idi ise, şiddet ve terör yoluna başvurup kamu düzenini tehdit etmediği taktirde bireyin siyasal ve buna göre simgesel tercihlerinin kendisine ait olduğunun üzeri örtüldü. Elbette insanlar herhangi bir giysiyi simge edinebilirler ve bu simge ile kamusal alana (bu lafa da bitiyorum ) çıkabilirler. Eğer bu bir simge ise simgelediği şeyin ne olduğu tartışmaya açılmalı değil mi idi? Sağlıklı ve açık bir toplumda bu kolaydır, ama bizim gibi her konunun akıl değil bilek ve şiddet yoluyla hizaya getirildiği bir toplumda ise olmayacak bir şey.
Besbelli ki bu toplumda belli bir yaş ortalamasında ve eğitim çağındaki kızlar, başörtüsü taşımanın çok önemli olduğuna inanmış ya da inandırılmışlardır. Eğer bu inandırılmışlık siyasal bir kökene sahip ise başörtüsünün bu siyasal kontekstinin ne olduğu ortaya çıkarılmalıdır. En azından başörtüsünü yasaklayan devlet katından bunun siyasal bir simge olduğu ileri sürülmektedir ve iddia sahipleri, söylediklerinin içeriğini beyan etmelidirler. Ama bu tür bir tavır yurtseverliktir ve iyi niyetli olmaktır. Başörtüsünün siyasal bir simge olduğunda ısrar edenler, zaten üzüm yemek değil bağcıyı dövmek istediklerinden durduk yerde düşman icat etmek için harekete geçmişlerdir. Her koşulda başörtüsü takanlar dövülmeli, ezilmeli ve yok edilmelidir. Başörtüsü takanların da Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olması, bu ülkenin evladı olması onların meselesi değil. Hayatlarının baharında yaşadıkları travmaları ömürlerince üzerinde taşıyacakları ve çocuklarına aktaracakları da hiç önemli değil. Bu gencecik çocuklar ezilmelidir.
Müesses düzen ya da düzensizlik bu ülkenin çocuklarını ezerek gelmedi mi bugünlere. Solcusuna, sağcısına, devrimcisine, ülkücüsüne, akıncısına ülkesini dar etmedi mi? Yaşamlarının baharında bitkinliğe, çaresizliğe itmedi mi? Yaşama isteğinden çok ölüm arzusuna sürüklemedi mi Anadolu çocuklarını?
Devletin içine yerleşen, devletimizi ele geçiren komprador çekirdek bir oligarşi bu ülkenin çocuklarına hep aynı muameleyi reva görüyor. Esasında başörtülü, sosyalist, milliyetçi; Alevi, Sünni ya da Türk, Kürt vb. olması hiç fark etmiyor. Anadolu topraklarına uzanan gizli bir el bu ülkenin fidanları meyveye gelmeden dalından kopartmak için ant içmiş sanki. Türk insanı, yaşama enerjisini ölüm karanlığına çeviren o komprador çekirdek ile er geç yüzleşecektir.
Başörtülü kızların başına gelende bu trajik kaderin tecellisinden başkası değildir. Onlarla bir insan gibi, bir evlat gibi konuşmayı, muhatap almayı hiç kimse denemiyor. Oysa o çocuklar bizim çocuklarımız. Onların hataları da sevapları da, iyilikleri de kötülükleri de bizim. Bu bilinçte bir raison d’etat bu ülkede hayata geçtiğinde Türkiye’de yaşamaktan herkes büyük bir keyif duyacaktır.
Diyanet ne işe yarar? Başörtüsünün dini bir konu olduğu malumdur. Daha doğrusu başörtüsü'nün dini bir konu olup olmadığını ve dindeki yerini belirme yetkisine resmen sahip Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir kuruluş vardır bu ülkede. Başkanlığın bünyesindeki Din İşleri Yüksek Kurulu 3.2.1993 tarihli ve 6 sayılı bir kararıyla başörtüsü takmanın dinin bir gereği olduğunu karara bağlamıştır. Başkanlık Türkiye’de bağlayıcı karar alma yetkesine sahip Başbakanlığa bağlı bir devlet kuruluşudur. Yani başkanlığın vereceği karar hem Türk halkını hem Türk devletini bağlar.
Başkanlıktan başörtüsünün dini bir vecibe olduğunu tespit eden bir karar çıkmasına rağmen ne bu karar kamuoyu tarafından bilinmekte, ne de devletin diğer resmi kurumları sorunu bu bağlamda ele almaktadırlar. Devlet kendi içinde çelişki yaşamaktadır. Bir organ örtüyü dini vecibe sayar ve bunu karar bağlarken, diğer organlar dini vecibenin yerine getirilmesini değil siyasal bir simgeyi engelleme gerekçesini yasağın esası gibi göstermektedir.
Tavuk, balık kurban olur mu olmaz mı gibi televizyon rating geyiklerine yüksek sesle katılan Diyanet İşleri Başkanlığı başörtüsü hakkında yayınladığı bir kararı sanki unutturmak ister gibi davranmakta, aman beni görmeyin, ben oyunda yokum demeye getirmektedir.
Kendisini ve devlet organlarını iki yüzlülükten kurtarmak için Diyanet İşleri Başkanlığı ses vermelidir. Sorunun tanısı en azından devlet düzeyinde konmalıdır. Bu tanıya göre herkes soruna ilişkin net tutumunu almalıdır.
Devleti Kuşatma Operasyonu: Başörtüsü sorununun sürüyor olmasından Türkiye’nin kazandığı hiçbir şey kaybettiği ise çok şey var. Başörtüsü sorunu, Türkiye’nin bugünkü konjonktüründe artık "ördeklerin kümeste" tutulması ve "devletin askıya" alınması operasyonudur. Türkiye bir süredir farklı cepheleri içine katıp devleti ile halkı arasındaki bağı zayıflatmayı hatta kopartmayı amaçlayan "uluslar arası bir çalışmanın" konusu halindedir ve ne yazık ki özellikle devlet katındaki "sorumluların" aymazlıkları nedeniyle bu çalışma başarı kazanmıştır. Gelinen noktada hemen her sosyo-kültürel, her sosyo-ekonomik kesimin devlet ile arasında sorun yaşanmaktadır.
Alevisi de Sünnisi de, Kürdü de Türkü de, sağcısı da solcusu da inançlısı da inançsızı da; ekonomik kriz nedeniyle esnafı, işçisi, tüccarı da devletten şikayetçidir. 11 Eylül sonrasının jeopolitik Sırat köprüsünde Türkiye çaresiz, bitkin ve kendi içinde sıkıntılı haliyle her türlü dış operasyona ve kendi iradesi ve çıkarı hilafına yönlendirilmeye açık kılınmıştır.
Başörtüsü sorunu çözülmeyip hatta zaman zaman da tırmandırılarak halkını ele geçirip Cumhuriyeti halkı marifetiyle kuşatmayı ve Cumhuriyetin etrafına kendi vatandaşlarından cephe örmeyi içeren yüksek kalibre bir operasyonun sacayakları muhafaza edilmek istenmektedir. Şimdi zulüm gören, haksızlığa uğrayan çok kalabalık sayıdaki her görüş, kanaat ve düşünceden grup, kişi veya topluluklar yüzünü Avrupa’ya dönmüş, kulağını Brüksel’e çevirmiş durumdadır.
Türk milleti ve devleti adına bir beka sorunu doğuracak şekilde halk ile devleti karşı karşıya getiren iç odaklar Türkiye’nin sorunlarının dahili siyaset zemininde demokratik tartışma ve katılım ile çözülüp milli fayda ve çıkarın maksimize edilmesini engellemekle bilerek ya da bilmeyerek dış operasyonun parçası olmaktadırlar. Birileri pek yakında Diyarbakır üzerinden Avrupa’ya giderken, yine aynı çevreler başörtüsü üzerinden Brüksel’e yol uzatacaklardır. Türkiye’nin kendisine ait her meselesinde yolların dışarıda bir başkente çıkmasından başörtüsü sorunu üzerinde inat ve ısrar edenlerin çıkarları bulunmaktadır ki, bu körlüğü sürdürmektedirler. Yarın Türkiye siyasal ve ekonomik sorunları bahanesiyle kapıya tam bağlandığında dış odak/lar beklentilerine ulaşmış ve şimdi tansiyonu pek soruna da sırt çevirmiş olacaklar. Ama problemin temelinde kendi sorunlarını kendi kendine konuşamayan, kendi meselesine sahip çıkamayan, başörtüsü, Kürt, Alevi, Sünni vb. çok sayıda iç sorun çıkartan ve bu sorunlar üzerinden de dayak yiyip hizaya getirilen devlet akılsızlığı bulunmaktadır.
Devlet, titreyip "aklını başına" almalıdır. (Yazan: Burhan Metin)
Dr. Tahir Tamer Kumkale 20 Mart 2002 Çarşamba |
|
|