07 EYLÜL 2024 CUMARTESİ

 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

tamer@kumkale.net

İYİ İNSANLARI SAYGI İLE SELAMLIYOR VE SEVGİ İLE KUCAKLIYORUM............

Ana Sayfa
Başlarken
Yazı Arşivi
Yazı Arama
Kitaplarım
Hakkımda


    Kitaplarımdan seçmeler...

Amazon'da kitaplarım






Tarih tekerrürden ibarettir
Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1924)

 23 Ocak 2007 Salı 

Tarih, mutlaka tarihçiler tarafından gerçeklere dayanarak yazılmalıdır. Okullarda okutulan zorunlu tarih dersleri insanlarımıza kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini öğretip aidiyet duygusunu güçlendirir. Bu şekilde milletleşme yolunda ciddi kazanımlar elde edilmesi sağlanır. Bireylerin kişisel gelişimlerine yönelik olan okullarda öğretilen tarih dersinin devletlerin yönetiminde fazla bir etkisi yoktur. Fakat tarih ilminin siyasi kadrolara kazandırdıklarının devletlerin yönetiminde çok büyük etkisi vardır.
Devlet yönetimine soyunan kişilerin tarih ilmi ile çok yakından ilgilenmeleri ve yönetimlerinde ülkenin tarihi gerçeklerine uygun hareket etmeleri çok önemlidir. Tarihi eserler, yöneticilerin ülkelerini iyi yönetmeleri için asla vazgeçemeyecekleri çok ciddi bir el altı kaynağıdır. Çünkü tarih hep tekerrür eder. Zaman ve mekân değişebilir ama olaylar hiç değişmez. Bu bakımdan tarihi iyi etüt eden ve yakın çevresindeki danışmanlarını tarihçiler arasından seçen liderler çok az yanlış yaparlar.
Bugün ülkemiz üzerinde oynanan küresel oyunlar ile bundan bir asır önce Osmanlı Devletini yıkmaya çalışan batılı sömürgecilerin hedefleri ve hareket tarzları arasında büyük bir benzerlik olduğunu görmemiz lazımdır. Dünün sömürgecileri olan bugünün küresel mimarlarının çalışma yöntemleri biraz farklı olmakla birlikte seçtikleri hedefler ve üzerinde hareket ettikleri toplum ile hareket sahaları da aynıdır.
Şimdi yüz yıl önceye dönelim ve tarihi olaylardan yola çıkarak geçen bir asır boyunca ülkemiz üzerindeki emperyalist düşüncelerin değişmediğini örnekleriyle görelim..
28 Nisan 1919'da bugünkü Birleşmiş Milletlerin ilk sürümü olan "Milletler Cemiyeti Misakı" kuruldu. Cemiyetin kuruluş belgesinde yer alan manda statüsündeki devletlerin durumu ile ilgili maddesi doğrudan doğruya Osmanlı'yı ilgilendiriyordu. Buna göre; "Osmanlı Devletinden ayrılacak vilayetlerin hangi mandacı devletin himayesine gireceği hususunda, o coğrafyadaki toplulukların isteklerinin belirleyici olacağını" öngörüyordu.
Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren Ateşkes Antlaşmalarından sonra asıl konu, barış anlaşmalarının hazırlanmasıydı. İngiltere, Fransa, İtalya, A.B.D. ve Japonya'nın yanısıra bu konferansa katılan devlet sayısı 32 idi. 18 Ocak 1919'da Paris şehrinde ilk toplantısını yapan Barış Konferansı'nın dünyanın o tarihe kadar görmediği büyük sorunları ele alması gerekiyordu. Milyonlarca insanın ölümüne yol açmış ve o tarihe kadar görülmemiş bir savaşın sonunda, galiplerin istekleri doğrultusunda dünyanın geleceği hakkında karar verilecekti. Konferansta asıl ağırlık İngiltere, Fransa ve A.B.D.'nin elinde idi.
Çözülmesi gereken birinci sorun Avrupa'nın durumu ve sınırların çizilmesi, ikincisi ise sömürgelerin özellikle Osmanlı Devleti'nin mirasının paylaşılması idi.
Paris Konferansı'nda, bu toplumların arzularının ne olduğunu yerinde tespit etmek üzere bölgeye bir komisyon gönderilmesi kararlaştırıldı. Fransa ve İngiltere zaten bölgede işgalci olarak bulunduğundan bu komisyona katılmayı gereksiz gördüler. Bu durumda sadece bir Amerikan heyetinin görevlendirilmesi uygun bulundu ve ABD'nin ünlü "King-Crane Komisyonu" faaliyete geçti.
Amerikan komisyonunun başlıca iki görevi vardı. Bunlardan birincisi Arap illerinde kamuoyunun eğilimlerini saptamak, ikincisi de Arap toprakları dahil olmak üzere savaş öncesi Osmanlı Devleti üzerinde genel bir ABD mandasının olabilirliğini araştırmaktı..
Şimdi tarihçi gözlüğü ile bu komisyonun çalışma alanına baktığımızda bugün ABD'nin ilgi alanına girip üzerinde dikkatle çalıştığı bölgeler olduğunu görürüz. ABD Heyeti bugün basında adlarını çok sık duyduğumuz Şam, Lazkiye, Gazze, Beytüllahim, Ramallah, Nablus, Cenin, Nasıra, Amman, Telaviv, Baaalbek, Beyrut, Cebel, Sidon, Zahle, Halep, , Adana, Mersin ve Tarsus'ta incelemeler yaptı ve 21 Temmuz 1919'da İstanbul'a hareket etti.
Osmanlı topraklarında manda devletçikler kurulmasını isteyen 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasından tam bir yıl önce hazırlanan 28 Ağustos 1919 tarihli King-Crane Komisyonu raporunda; Osmanlı Devletinin, İstanbul, Ermenistan ve Anadolu olmak üzere üç devlete ayrılması ve her üçünün de ABD mandası altına girmesi tavsiye ediliyordu.
İşte bu rapordan günümüzde de geçerliliğini devam ettiren maddelerinden İstanbul ve Boğazlar ile ilgili en çarpıcı olan bir hüküm; Madde- 4 : Doğu yarımküresinin üzerinde pek çok devletin hak iddia ettiği bu 'köprü toprakların' önemi göz önüne alınırsa, İstanbul ve Boğazlar'ın denetimi konusu farklı bir yaklaşımı gerektiriyor. Boğazların durumu o kadar benzersiz, ilişkiler öylesine karmaşık ve geniş kapsamlı, sorumluluklar öylesine ağır, olasılıklar o kadar tüyler ürperticidir ki, Osmanlı Devleti'nin son derece kötü bir yönetim siciline sahip milleti şöyle dursun hiçbir ulus tek başına böyle bir görev için uygun değildir.
Dünyada böylesine şiddetle bir uluslararası yönetimi talep eden başka hiçbir yer yoktur; bu bölgenin önemi, ulusların yalnız bencilce itiş kakışlarını ve sonu gelmez entrikalarını bir yana bırakmalarını değil, aynı zamanda bu stratejik fırsattan tüm ülkelerin lehine yararlanmalarını da şart koşuyor.
Bu, bir İstanbul devletinin kurulması anlamına geliyor: Doğrudan ve sürekli olarak Milletler Cemiyeti'ne bağlı, ama muhtemelen vasi olarak Cemiyet'e karşı sorumlu ve onun tarafından azledilebilecek tek bir mandater devletçe yönetilen bir İstanbul.
Böyle bir çözüme ilk bakışta Türkler' in çoğunun karşı çıkacağına kuşkumuz yoktur. Fakat Osmanlı Devleti bu kadar muazzam bir dünya sorumluluğuna açıkça uygun değildir. Dahası, bu dayanılmaz sorumluluğun omuzlarından alınması ve hükümetinin yüzlerce yıldır sınırsız entrikaların merkezine dönüşmüş bu yerden çıkarılması, Osmanlı devleti için de daha iyi olacaktır.
Sıradan Türk halkı, emperyalizmin erişiminden özgür, çok daha mutlu bir hayat sürecek ve Osmanlı devleti gayretlerini kendi yurttaşlarının refahına verebilecektir."
Bu maddeyi günümüzde AB, ABD, Vatikan ve Ermenistan kaynaklı olarak ortaya atılıp gerçekleşmesi için her alanda ciddi çalışmalar yürütülen "İstanbul Türklere bırakılmayacak kadar önemlidir" sözü ile birlikte düşünelim. Sevr Antlaşmasının azınlıklar ile ilgili maddelerini dikkate alalım. Milli mücadele öncesinde ülkemiz aydınlarının mandacılık fikrine nasıl sahip çıktıklarını anımsayalım. Bütün bunları günümüz basın organların ve sivil toplum kuruluşu adı altında küresel menfaatler doğrultusunda faaliyetlerini yürüten gizli maşaların tutum ve davranışlarıyla mukayese delim. Göreceğiz ki dünden bugüne değişen fazla bir şey olmamıştır.
İşte bunun içindir ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk NUTUK isimli eserini kaleme almış, ülkemiz üzerinde oynanan oyunları bütün çıplaklığı ile açıklamış, bunlara karşı neler yapılması gerektiğini ve neler yaptığımızı ortaya koymuş, sonunda her kelimesi ciltlerle ifade edilecek derin anlamlar taşıyan Gençliğe Hitabesini yazmıştır..
Bana göre konulara bu gözle bakılmadan Ermeni Soykırım olaylarının arkasında yatan gerçekleri anlamamız asla mümkün değildir. Çünkü dün bizi istemeyenler bugünde istemiyorlar. Bu toprakların bin yıldır Müslüman Türklerin hâkimiyetinde olduğunu hâlâ kabul edemiyorlar. Kendileri doğrudan gelmeseler de Ermeniler gibi maşalarını her fırsatta ortaya sürmekten çekinmiyorlar. Ermeniler de her defasında bu küresel oyunun oyuncağı olarak kullanılmaktan asla vazgeçmiyorlar.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
23 Ocak 2007 Salı

 
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale